Herhalde Halep’e yolu düşenlerin hemen hepsi bu espriyi yapmıştır. Çok yapıldığı için de aşınmış. Bunu bilmediğim için ben de yaptım ve çevremdekiler “Bu da espri mi şimdi” dercesine soğuk soğuk suratıma baktılar.
Yani şu bir kaç günlük Suriye gezisinin ilk durağından ilk öğüdüm şudur:
Sakın Halep’e geldiğinizde ve Türkçe bilen birilerini bulduğunuzda “Eee, şimdi ne denecek ? Biz Türkiye’de Halep ordaysa, arşın burda deriz; şimdi Halep burda, arşın nerde mi diyeceğiz” diye espri yapmayı kalkmayın. Çok bayatlamış.
Ama ikinci öğüdüm farklı:
Hafta sonları Prag’a, Viyana’ya, Milano’ya kaçıp, “Ay vallahi çok hoştu” diyeceğinize ya da diyenlere imreneceğinize, burnumuzun dibindeki Halep’e “bir kaçamak” yapmanızı öğütlerim. Ortadoğunun gelenekli kentlerinin (İstanbul, İzmir, Antep, Mersin, Urfa, Kahire, Amman, Şam vb.) beton yığınlarına dönüşmelerine; kimlik ve kişilik yitimini çok sert yaşamalarına karşılık Halep zengin ve görkemli değil ama alçak gönüllü ve kimlik ve kişilik sahibi bir kent olmayı ve kalmayı başarmış. Üç katı aşmayan binaları, yeni zenginlerin bile kentin geleneksel mimarisine uyumlu kalma tercihi ya da zorunluğu, telaşsız ve mümkün olduğunca gürültüsüz günlük yaşamıyla alkış tutulmayı hakediyor. Katolik, ortodoks ve gregoryen Hristiyanların ve sünni, alevi ve şii müslümanların yanyana, içiçe –galiba- itiş kakışsız yaşamayı becermeleri de yine alkışlanmalı.
Yani mümkünse ve imkanınız varsa yolunuzu düşürmeye bakın. Üstelik bir kaç günü aşan tatillerde sıkça yapılan Antalya, Bodrum tatil kaçamaklarından daha ucuz.
* * *
Suriye’ye gitmiş ve günlük yazılarına devam etmesi meslek adabından olan bir gazeteci iseniz, Halep’ten sonraki “doğal” durak Şam’a doğrudan gitmek yerine, turistik broşürlerde adından sıkça ve övgüyle söz edilen Palmira’ya sakın sapmayın. Tamam küreselleşme çağında dünya büyük bir köye dönüştü ama çölün göbeğinde internet erişimi bulmak yine de mümkün değil. Kaldığınız iddialı otelde, değil odanızda, otelin “Business center”inde de internet bağlantısı bulamazsınız. O yüzden –mesela- Tırmık okumak isteyenler “Yazarımız yurtdışında olduğundan...” diye başlayan o tatsız cümleyle karşılaşırlar...
Amaaaa... Yolunuz Suriye’ye düşerse siz yine de Şam’a giderken bir tam gün kaybetme pahasına Palmira’ya uğramayı ihmal etmeyin. Suriye-Irak çölünün sahiden göbeğinde, Irak sınırına neredeyse bir cigara içimi uzaklıkta iki gürbüz su kaynağının yarattığı bir vahada, Asur uygarlığının taşıyıcılarından, tarihin en eski kavimlerinden Aramiler’in kurduğu ardından Roma ve hatta Bizans ve tabii Emevi uygarlıklarının kalıntılarını birarada yaşatan “harabe kent” Palmira kolay rastlanacak bir tarih müzesi değil.
Araplar ona Tadmur (bazı Araplara göre:Tedmür) diyorlar. Batılı kaynaklar adının anlamı üstüne çelişik bilgiler veriyor. Kimi kaynaklara göre “Boyun eğmeyen, fethedilemeyen” demekmiş; bazılarına göre ise “Hurma kenti”. Ama Araplar bunlara yakıştırma gözüyle bakıyor ve “Tadmur, mucize demektir” diyorlar. Sahiden de iç karartan çölün ortasında yemyeşil hurma ormanı ve küçük gölüyle Tadmur sahiden bir “mucize”.
* * *
Bu satırlar ayağımın (ve çölün) tozuyla indiğim Şam’dan yazılıyor. Nihayet uygarlığa kavuştum. Korna sesleri, sersemletici trafiği, 8 milyonluk nüfusu, gecekonduları ve beton yığınlarıyla Şam’da uygarlığın tam da içindesiniz. McDonalds’ı henüz görmedim ama Pepsi’si, Cocacola’sı, Çin malı plastik eşyalarıyla ile uygarlık(?) burada...
Ha bir de otelde internet var.
Siz bu yazıyı okuyadurun ben “uygarlığın” henüz görmediğim yanlarını teftişe; Şam mezelerini ve bizim rakıdan iyi olduğu söylenen Araq’ı keşfetmeye gidiyorum...