Kaç gündür, sabahtan “Bugün eğer 3. Dünya Savaşı cıkmazsa Dünya futbol şampiyonası üstüne, yani futbol üstüne yazacağım” diye niyetleniyorum. Ama akşama doğru bastıran gündem elimi bağlıyor, “Yapma Aydın Engin, T24 okurunun insafsız takımı, ‘Böyle günde bu mu yazılır’ diye fırçalar” deyip vazgeçiyorum...
Ama şimdi akşam saatlerine geldik; haberlere baktım 3. Dünya Savaşı çıkmamış; dünkü Tırmık’ta büyük bir öngörü ile yazdığım gibi (Aferin bana), memlekette “Sen benim ayağıma gel, ben senin ayağına geleyim” itiş kakışı devam etmekte. Kala kala Rize Belediye Başkanı'nın, ki kendisi AKP’nin molla takımına pek yakışan bir başkandır, Kürt sorununa çare olarak önerdiği “hasım değil hısım” olalım formülü var. Rize’ye başkan olmuş bu zat Türk erkekleri ikinci karı olarak birer Kürt kızı alırlarsa sorun çözülür kanısında.
Eh, bu da lafın bittiği yerdir ki üstünde tek satır yazmam. Çünkü hem bana, hem T24 okuruna ayıp olur...
Deyip futbola geçelim...
* * *
Hasan Cemal’in maçları yerinde izlemek üzere taaa Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gittiğine, Murat Belge’nin bile bir yazısını futbola ayırdığına baktım ve hayatlarında topa tekme vurmamış bu iki arkadaşımın yanında benim gibi gençliğinde Ödemiş Altınova takımında “uçan bohça” diye nam salmış bir aktif futbolcunun bu alanda kalem oynatmamasının haklızlık olduğuna iman ettim...
Hemen hemen aynı saat diliminde olduğumuzdan maç saatleri TV başına çöküp izlemek için pek elverişli.
Ben de saati gelince ekran başına yerleştim, maç(lar) başladı ve... Ve evet hiç bir maçı sonuna kadar seyretmedim. Seyredemedim...
Sıkıldım. Hem de nasıl...
Bir kere yaratıcı, kıvrak oyuncuların keyif saçtığı futbolun yerini her takımdan onbirer gladyatörün, bitip tükenmeyen bir enerji ile ve makina düzeni içinde bir ileri bir geri koştuğu; çalım atmanın, kurnazlık göstermenin galiba yasak olduğu bir oyun seyrediyoruz.
Hentbol seyretmeyi oldum bittim sevmedim; çünkü kale önündeki yarım çember çevresinde dakikalarca bıkıp usanmadan top çevirip, karşı takımın bir anlık gafletini buluncaya kadar buna devam edip, bulunca da gol atmaya çalışılan bu spor dalı, seyircilerin sabırlarını test etmek üzere icat edelmiş gibi geldi bana...
Gel gör ki futbol da (buna modern futbol deniyor) hentbola dönüşmüş durumda. Bıkıp usanmadan pas yapılıyor; karşı takım bastırınca geri dönülüp, yeniden o bitmek bilmeyen al gülüm, ver gülüm paslaşmasına devam ediliyor. Kırk yılın biri kaleyi yoklayan şut atılıyor ve TRT spikerinin bağırış çağırışlarına rağmen, onların da yarısından çoğu tribünlere gidiyor...
Yani futbol seyri değil sabır testi var karşımızda...
Benim de buna sabrım yok...
Akşamın ileri saatlerinde sadece golleri ve gollük pozisyonları gösteren özetlere bakmak çok daha keyifli. Ben de öyle yapıyorum zaten...
Bu arada şu “vuvuzula” mı ne karın ağrısını ise o düdükleri de anlayamıyorum. Hayır, sesi kapatınca gürültü kirliliğinden kurtuluyorsunuz, ama şu sorunun cevabı yok: O düdükleri habire üfleyenler maç seyretmiyor kuzum? Ben torunun düdüğünü elime alıp, vuvuzula (?) sesi çıkarmayı ve bir yandan da TV’den maç izlemeyi denedim, olmuyor. Ya izleyeceksin, ya üfleyeceksin. Demek ki adamlar futbol seyretmeye değil düdük üflemeye gelmişler...
Sonuç: iyi ki bizim Doğan Akın’a gidip, “Hasan Cemal gitti; benim başım kel mi (ki kel), beni de yolla” dememişim... Johannesburg ya da Pretoria’da tribünlerde sıkıntıdan oflayıp puflamaktansa, burada, Marmara Adası'nda çınarların altında okeye dönerim daha iyi...
* * *
Bu yazı burda biter.
“Ne şimdi yani, bu da yazı mı” filan demeyin.
Futbol yazacağım dedim...
Ve yazdım...