23 Ocak 2021

Frankfurt – Berlin: Git gel 550 kilometre

Komünist partisinin iktidarda olduğu bir ülkede bir kardeş partinin merkez komitesi üyesi ne demektir bilen bilir. Benimki de biliyormuş. "Çok kısa bekleteceğim" deyip gitti. Sahiden "çok kısa" bekletti

Bu haftanın "mavra"sı siyasal göçmenliğimin ilk yıllarından. İki buçuk yıl boyunca ayda iki, bazen üç kez gidip geldiğim Frankfurt – Berlin yolculuklarımdan…

12 Eylül faşizminin en azgın günleriydi. Avrupa'daki Türkiyeli göçmen işçilere Türkiye'de olup biteni anlatmak amacıyla on beş günlük bir gazete çıkardık: Türkiye Postası. Merkezi Berlin'de. Biz ise aile tam takım Frankfurt'a yerleşmişiz. Bana da ister istemez Frankfurt – Berlin arasında git-gel düştü. Berlin'de eli kalem tutan arkadaşlar var ama bir gazetenin teknik işlerinden (mizanpaj, triyaj, pikaj, montaj, baskı) anlayan epey kıt. Hepsinden birden anlayan ise galiba bir ben varım.

Sonuç 550 kilometrelik yolda ayda iki, üç bazan dört kez direksiyon sallıyorum. O yolda dört araba eskittim. Tabii ikinci, hatta üçüncü el arabalar…

Almanya'nın ikiye bölünmüşlüğünün sürdüğü yıllardı. Bir tarafta "kapitalist" Batı Almanya, öteki tarafta… Hayır "komünist" Doğu Almanya değil. Bizim mahallede öyle demek siyasal ve ideolojik bir kusurdu. O ülkenin adı "Deutsche Demokratische Republik" yani "Demokratik Alman Cumhuriyeti"ydi. Söylemesi uzun o yüzden -Almanlar dahil- herkes DDR der geçerdik. Bir de DDR'in tam ortasında Berlin vardı. Ünlü "Duvar"la ikiye bölünmüş Berlin. Kentin doğu yakası DDR'in başkentiydi. Batı yakası ise resmen Batı Almanya'ya filan bağlı olmayan bir kent-devlet, ama fiilen bağlı olan "Batı Berlin".

Bu ayrıntılar bugün anlamlı da değil gerekli de. Ama bu mavra için gerekli. Çünkü Frankfurt – Berlin arası git-gel demek, önce epey uzun bir yolu Batı Almanya otoyollarında (Autobahn) aşıp DDR sınırına gelmek; epey tatsız pasaport kontrollerinden geçip DDR toprağına girmek; bu sefer de DDR otoyollarında direksiyon sallayıp DDR ile Batı Berlin'i ayıran sınır kapısına varmak; orada da önce DDR sınır kontrolünden çıkıp, Batı Berlin pasaport kontrolüne gelmek, oradaki geçiş işlemlerini de tamamlayıp Batı Berlin'e ulaşmak ve gazete için kolları sıvamak.

İki üç gün süren işi bitirince aynı yolu, aynı tatsız kontrolleri aşıp tersine geçmek ve Frankfurt'ta, eve ulaşmak.

* * *

Bu git-gellerde ikinci elden aldığım ikinci arabam (bir Ford Taunus'tu) son nefesini verince, acele bir araba bulmam gerekti. Tanıdıklara haber saldım. Bir göçmen işçi arkadaşım "Abi terhisi gelmiş memleketine dönen bir Amerikalı er harika bir arabayı çok ucuza elden çıkarıyor. Yalnız müzik seti 1.000 Mark eder. Bütün hepsi 1.500 Mark. Alıyorum. Sen istemezsen ben kullanacağım…" dedi.

Almış da. Getirdi, bizim evin önüne park etti.

Vay be!..

Bu bir Renault 25. Fransızların Mercedes'e rakip olsun diye çıkardığı, rekabette başarısız kaldığı için artık üretilmeyen lüks bir araba.

Ertesi gün Berlin yoluna düzüldüm. Batı Almanya otoyollarında arabamın 150 beygirlik motoruyla uçar gibi geçtim. Batı Almanya'nın sınır çıkışında polis, her zaman "olağan şüpheli" saydığı mülteci pasaportuma şöyle bir göz atıp arabaya odaklandı.

- Senin mi ? ("Siz" değil, "sen" dedi.)

- Benim.

- Banka mı soydun?

- Hayır babamın kendi bankası var…

Karşılıklı kahkahayı bastık. Bariyer kalktı, DDR toprağına girdim. Bir iki kilometre kadar süren tampon bölgeden sonra DDR sınır kontrolüne geldim.

İki yıldır gidip geliyorum. Artık DDR sınır polisleri ile de göz aşinalığım var. Uzatmadan pasaport damgalanacak ve ben geçeceğim.

Öyle olmadı ama. Pasaporta şöyle bir göz attıktan sonra DDR polisi de gözlerini arabaya dikti. Sonra gözlerini bana dikti. Sonra yeniden arabaya. Eliyle az yandaki barakaları gösterdi:

- Arabayı şuraya çek ve inmeden içinde bekle…

Haydaaaaa!.. Bir şey oluyor, ama ne oluyor?

Dediğini yaptım. Birazdan beş altı üniformalı polis geldi. Amirleri olduğu belli nuhuset suratlı bir herif emretti:

- İnme. Anteni çalıştır.

Anlamadım ama adamın suratı tartışma, sorma imkanı vermiyor. Lüks araba ya anten düğme ile çalışıyor. Düğmeye bastım. Anten çıktı.

- Şimdi anteni indir.

Düğmeye bastım anten indi.

- Çık arabadan.

Çıktım.

Yanındakilere bir şeyler söyledi. Herifler koluma girip üç beş adım ötedeki barakalardan birine tıktılar. Kapı üstüme kapandı ve kilitlendi. Demir parmaklıklı camdan polisleri ve "lüks arabamı" görüyorum. Herifler arabanın içine doluştu. Koltukları söküyorlar. Bir polis köpeği geldi. Arabanın her yanını koklatıyorlar.

Demir parmaklıklı pencereye üst üste vurdum. Biri geldi. "N'apıyorsunuz siz kuzum" gibi bir şeyler söyledim. Cevap harikaydı. İçeri girdi. Pencerenin storunu indirdi. Kapıyı kapatıp çekip gitti. Odada tek başıma kalmıştım.

Biraz bekledim. Gelen giden yok, soran soruşturan da yok. Dışarıda olup biteni ise artık göremiyorum. Biraz daha bekledim. Sonra biraz daha…

Sonunda bir karar verdim. Riskli bir karar. Ama verdim.

Kapıyı tekmeleyip sıkı bir gürültü çıkardım. Beni oraya tıkan rütbeli polis geldi. Çok ciddi bir suratla. Bağırmadan. Fısıltı tonunda ama çok sert, -bence- ürkütücü bir sesle konuştum:

- Buranın en yüksek amiri her kimse hemen onu bana, buraya çağır. Hemen şimdi…

(Siz değil sen diye konuştum. Önemliydi.)

Galiba etkili olmayı başarmışım. Herif hazır ola geçmedi ama etkilendi, hatta ürktü.

- Lütfen (Evet lütfen dedi) biraz bekleyin.

Çok geçmedi, apoletlerinden bile epey yüksek biri olduğu anlaşılan bir adam koşarak değilse bile hızla geldi. Onu bile önemsemeyen, çok tepeden bakan bir tavırla konuştum:

- Bana bakın. Ben Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiyim. Derhal şu kapıyı açın. Arabamı eski haline getirin ve pasaportumu iade edin. Yoluma devam etmem lazım. Hem de gecikmeden…

Vay be koçum Aydın Engin sen neymişsin böyle!..

Komünist partisinin iktidarda olduğu bir ülkede bir kardeş partinin merkez komitesi üyesi ne demektir bilen bilir. Benimki de biliyormuş. "Çok kısa bekleteceğim" deyip gitti. Sahiden "çok kısa" bekletti.

- Bu yanlışlıktan dolayı ekibim adına özür dilerim. Bir yanlış anlama olmuş.

Sonra anlattı: Motor anteni konusunda sıkı talimat varmış. Motor anten ile kısa dalga radyo yayını yapılabilirmiş ve bunu deneyen, yol boyu anti-komünizm propagandası yapan birkaç ajan-provokatör yüzünden sorun çok sıkı tutuluyormuş. Sonra "Tabii bu sizin gibi bir Genosse (yoldaş) için söz konusu olamaz" diye ekledi…

Pasaportum damgalanmış olarak iade edildi. Arabamın her şeyi yerine konmuştu, anahtar da iade edildi.

Uzatacak kadar enayi değilim. Zaten uzasa bir iki telefonla foyam meydana çıkar. Gaza basıp Batı Berlin yolunu tuttum.

On dakika kadar süren TKP Merkez Komitesi üyeliğim de böylece sona erdi.

Motor anteni yukarı çıkarıp radyoyu açtım, bir de cigara yaktım…

Ayrıntıları atlamadan aktardığım bu olayı da ilk kez bugün, bu "mavra"da anlattım.

Bence uzun, ama iyi bir "mavra" oldu….

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim