2009 kışında bir telefon geldi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Koruma Şubesi'nden arıyorlar. Koruma Şubesi Müdürü çok nazik cümlelerle, önce selamlaştıktan sonra tebliğ etti:
"Size İl Koruma Kurulu Kararı ile bir yakın koruma tahsis edildi. Yarın sabahtan itibaren göreve başlıyor" dedi ve telefon kapandı.
İlhan (Selçuk) abiden biliyorum."Yakın koruma" görevli polis memurunun sabah evin kapısından sizi alıp, akşam -bazan gece- kapıya teslim etmesi demek.
Yetkili vali muavinini aradım; kendimi hedef olarak görmediğimi, yakın korumaya gerek olmadığını anlatmaya çalıştım. Vali yardımcısı da olsa "devlet" bu. Sözümü kesti, "Sizin fikrinizi sormadık" diyerek telefonu suratıma kapattı.
Yüce devletimiz bu, hapse de atar, yakın korumaya da alır. Ben de her ikisini de uygulamaya karar vermiş anlaşılan. Yapacak bir şey yok.
Sonradan arkadaşım olan genç ve çok nazik bir polis memuru ile başladık. O ve onu izleyen koruma polisleri de çok efendi, çok saygılı insanlardı. Hepsiyle arkadaş oldum. Bu durum bugün de sürüyor.
* * *
İşte "devlet korumasına" alındığım o günlerde, Diyarbakır'da düzenlenen bir toplantı için bir çağrı ve uçak bileti geldi. Çağrı kıramayacağım bir arkadaştan; benim dışımdaki konukların hepsi ağır top. Yani gitmemek olmaz.
Gittim. Ben İstanbul polisi tarafından korunuyorum ya, başka bir ile gidersem kural gereği İstanbul bir faks çekip görevi o ilin koruma şubesine devrediyor.
Öyle de olmuş.
Uçaktan indim. Genç, güzel bir Kürt kızı terminal çıkışında karşıladı. Minibüse bindik. Diyarbakır koruma şubeden iz yok. Benim de derdim değil zaten. Otele gidiyoruz. Yolda iken benim İstanbul'daki koruma polisi arkadaşım telefon etti:
- Abi n'oldu? Diyarbakır koruma seni havaalanında bulamamış. Telaşlandılar. Neredesin?
Otele gittiğimizi, bir sorun olmadığını söyledim.
Otele geldik ama daha minibüsten inmeden otel görevlisi haber verdi; öteki misafirler öğle yemeğine gitmişler, beni de bekliyorlarmış. Çantayı, bilgisayarı filan bırakıp, minibüsten inmeden yola devam ettik.
"Kaburga dolması" ile ünlü, Diyarbakır'ın neredeyse dışında bir lokantaya girdik. Bizimkiler 8-10 kişi, uzun bir masaya kurulmuş öğlen rakısı yudumluyor, kaburga dolması yutuyor, mezelere çatal sallıyorlar. Belleğimde kaldığı kadarıyla aralarında Murat belge, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır, İrfan Bozan var.
Yer açtılar. Oturdum. Oturur oturmaz üç garson, beş komi koşuştu. Garsonlardan biri sordu:
- Aydın bey, hoş geldiniz, şeref verdiniz. Ne arzu edersiniz? Önce mezelerden mi başlarsınız?
Masada bir sessizlik oldu. Kıskançlıktan çatlayacaklar. Biri sataştı:
- Kapıdan girerken tembih mi ettin lan? Adım Aydın, ben oturunca koşuşturun; yüksek itibarlı müşteri muamelesi yapın; bahşiş okkalı olacak filan mı dedin sen?
Dedim a, kıskandılar. Neyse içlerinden biri (Ali Bayramoğlu ?) daha gerçekçi bir teşhis koydu ve galiba doğrusu da oydu:
- Yok be, bugünlerde bu sık sık televizyonlara çıkıyor, bir gün bir kanalda. ertesi gün başka bir kanalda tartışma programlarına katılıyor, sıkı solculuk yapıyor ya, yüzü tanındı iyice. Bunlar da onu televizyona çıkıyor diye mühim biri sanıyorlar…
Kahkahalar eşliğinde kadeh kaldırdık.
On, on beş dakika geçti. Bizim öğlen rakısı keyifle sürerken sağ omuzumun üstünde şef garson belirdi. Uzun boylu, lacivert takım elbiseli, Ahmet Arif şiirinden çıkmış gibi, genç, yakışıklı bir Kürt.
- Aydın Engin sensin degil mi?
- Hee, benim. Hayrola?
Konuşmaya başladı. Ama biraz tuhaf bir konuşma bu. Dimdik ayakta ama bana bakmıyor, tavana bakıyor. Konuşuyor ama sanki kendi kendine konuşuyor:
- Eli telsizli sivil ekip gelmiştir. Yekten seni sordular… Belli ki seni alacaklar… Şimdi seni arka kapıdan çıkarıp arabayla Silvan yoluna bıraksak ötesini kendin halledebilir misin, yoksa o da bize mi kalacak?
Anlaşıldı tabii… Diyarbakır koruma ekibi, benim İstanbul'daki koruma polisimle konuşup otele gitmiş, oradan da buraya yönlendirilmişler…
Şef garsonu -aklım sıra- rahatlattım:
- Yok, yok… Anladım. Önemli değil. Nerde bu polis ekibi?
Başıyla girişteki bir masayı işaret etti. Gittim. Kendimi tanıttım. Ayağa kalktılar. Gülerek özür dilediler. Korumaya gerek olmadığını, burada güvende olduğumu söyledim. Bir kağıt imzalattılar. Gülerek elimi sıkıp gittiler.
Masaya döndüm. Anlattım. Gülüştük. Yemeğe devam ettik. Ama bir şeyler değişmiş besbelli. Peynir istiyorum, garson değil komi getiriyor, tabağı atar gibi önüme bırakıp gidiyor. Buz istiyorum gelmiyor. Çatalımı yanlışlıkla düşürüyorum, yenisini istiyorum, şef garson ekşi bir suratla "Masada yedeklerden birini al işte" deyip kıçını dönüp gidiyor.
Yani polislerle el sıkışıp, gülüşüp sonra da rahat rahat yemeğe devam eden Aydın Engin'in itibarı aslında iki paralık olmuş, karizmayı fena halde çizdirmiş de avanağın haberi yok. Masadaki kopuk takımının acımasız sataşmaları da cabası…
O gün ve o an aklıma geldikçe hâlâ kendime sorarım:
Acaba arka kapıdan çıkıp Silvan yolunu mu tutsaydım?...