Marksist literatürde “devrimci durum” diye bir kavram vardır. En kestirmeden tanımlarsak “Yönetenlerin eskisi gibi yönetemez, yönetilenlerin bu koşullarda yönetilmeye razı olmaz hale geldikleri durum”dur.
Tabii yönetenler yönetemez, yönetilenler de yönetilemez hale geldiklerinde eğer iktidarı almayı hedeflemiş ve alabilecek güce ulaşmış bir Marksist “parti” yoksa devrimci durum kısa sürede kargaşaya, anarşiye, faşizme kadar gidebilecek bir siyasal ortama da ebelik edebilir...
Ama bu yazının amacı Marksizmin bu kavramını tartışmak, ülkedeki duruma bakıp “devrimci durum” olup olmadığı üstüne teorik analizler yapmak değil. Zaten bu beni epey aşar...
Ben sadece Türkiye’nin bugün (yani 29 Haziran Salı günü) gündemini işgal eden konulara, tartışmalara bakıp “Tamam devrimci durum filan değil. Ama bu durumun da bir adı olmalı” dedim.
Dedim ama bulup çıkaramadım, uydurup yakıştıramadım...
Sahi, ülkenin bugünkü durumunun adı ne olabilir ?
* * *
Duruma baksanıza...
Kangren olmaya yüz tutmuş, kördüğümden beter hale gelmiş onca yakıcı sorun var ve bunlar acil çözüm bekliyor. Gecikilen her gün daha fazla kan, daha ağır yoksullaşma, daha yaygın işsizlik demek.
Sorunlar arasında bir öncelik sıralaması yapılsa “Kürt sorunu” kuşkusuz ilk sırada. O sorun çözülmedikçe ne dağa taşa bomba yağdırmak, çok pahalı savaş helikopterleri, insansız gözetleme uçakları almak için harcadığımız milyonlarca (yoksa milyarlarca mı demeliydim?) doları bir başka sorunun, mesela işsizliğin önlenmesi, bilemedin hafifletilmesi için kullanma imkanı var, ne ülkeyi terör korkusu içinde gergin ve huzursuz bir ülke olmaktan çıkarma olanağı...
Bu kadar yakıcı bir sorun önümüzde dururken, ülkeyi yönetmek, sorunları çözmek için aday olmuş, seçilmiş ve TBMM’deki turuncu koltuklara kurulmuş 550 milletvekili ve hele onların başına geçmiş “lider” takımı ne yapıyor?
“Şunlar birbirlerine laf yetiştirme yarışına hiç olmazsa bir ara verseler; bir araya gelip çözüm yolları üstüne kafa patlatsalar; birinin önerdiğine ötekinin itirazlarını dikkate alarak ortak aklın çözümünü üretseler iyi olur” dendi.
Biri demedi; sivil toplum örgütleri dedi; iş dünyasının ağır topu TUSİAD dedi; emek örgütleri dedi; “kanaat önderi” diye anılanlar dedi; Türkler dedi; Kürtler dedi. Yani demeyen neredeyse kalmadı...
Öneri pek yalındı: Bir araya gelin, görüşün, bir çözüm bulun!
Bu öneriye itiraz etmediler. Önce CHP’nin yeni önderi Kılıçdaroğlu “Elbet görüşürüm” dedi.
Ardından Başbakan “Elbet görüşürüz” dedi. MHP kanadından da ciddi bir karşı çıkış gelmedi.
Peki sonra ne oldu ?
Çoooook önemli, çooook yaşamsal önem taşıyan bir sorun patlak verdi: Buluşacaklar ama kim davet edecek; kim davete icabet edecek? Yani kim kimin ayağına gidecek...
Ne kadar önemli değil mi ?
MHP’nin başındaki Devlet Bahçeli: "Başbakan'la bir araya gelmeyi düşünmüyorum, liderleri Cumhurbaşkanı toplasın".
CHP lideri Kılıçdaroğlu: “"Sayın Başbakan kendisini Cumhurbaşkanlığı koltuğunda mı sanıyor bilmiyorum ama biz Sayın Başbakan’ı ziyaret etmesi için bekliyoruz”.
AKP Başkanı Erdoğan: "Ben Cumhurbaşkanı'yım demedim, adım atmaya çalışıyorum. Liderlerle görüşme davetini önümüzdeki hafta yapabilirim“.
Bu satırlar yazılırken durum böyleydi. Adım kadar eminim önümüzdeki günlerde “Ben çağıracağım, sen bana gel... Olmaz, ben çağıracağım, sen bana gel... O da olmaz en iyisi Cumhurbaşkanı hepimizi çağırsın...” itiş kakışı yeni demeçlerle devam edecek...
Bu duruma bakıp “Ulan, en iyisi bunları ben çağırayım” deyip işi mizaha vurmak var ama, dedim a sorun yakıcı, şaka kaldıracak gibi değil...
Ama durum da katlanılacak gibi değil.
Bu adamlar ülke sorunlarına çözüm bulamıyorlar; bulmak istermiş gibi yapıyorlar. Yani bu adamlar bu ülkeyi yönetemiyorlar; yönetiyor gibi yapıyorlar.
Bu saçma (=absürd) durumun bir adı olsa gerek.
Ama bir türlü bulamıyor, adını koyamıyorum...