29 Ekim 2009

Bir Kez Daha Şu “Çılgın Türk” Üstüne...

Tırmık’ın düzenli okurlarındansanız farketmişsinizdir, “yorum yaz” kutusuna yazan okurlarla herhangi bir tartışmaya girmiyorum.

Tırmık’ın düzenli okurlarındansanız farketmişsinizdir, “yorum yaz” kutusuna yazan okurlarla herhangi bir tartışmaya girmiyorum. Övene teşekkür etmenin, yerene savunma yapmanın alemi yok. Bakıyorsanız görüyorsunuzdur, bir de sövenler var. Onları da belleğimin “mizah bölümüne”
not edip geçiyorum. Zaten sonu da yok. “Dediydim, dediydin” kısır döngüsüne girmek en azından öteki okurlara saygısızlık...
Ama bugün izninizle bu ilkeyi ucundan kıyısından çiğneyeceğim.
Dün (Çarşamba) günü saat 04.47’de yazan bir okur “Yorum yaz” kutusuna tek satırlık bir talimat yollamış. Aynen şöyle diyor:
“Yarınki yazınızın konusu da şu olsun: Turgut Özakman'dan özür dileme...”
Neden özür dilemem gerektiğini sahiden anlamadım. Sonra Turgut Özakman’ın Yorgun Savaşçı filmini yakan komisyonda imzasını koyarak yer aldığı “utancı” ele alan, 18 Ekim’de yazdığım (sizin 19 Ekim’de okuduğunuz) Tırmık’ı bir daha okudum...
Niye özür dilemem gerektiğini yine anlamadım...
Okurun gerekçesini bilmediğim için akıl yürüterek bulmaya çalıştım.
Sanırım Yorgun Savaşçı’nın tek bir negatif kopyasını saklama marifetini göstererek kendini aklanmış sayan Turgut Özakman’a okur da hak veriyor.
Vermesin.
Önce o yazıda da yer alan tanıklığı aktarayım: TRT adına filmin yapımcılığını üstlenen Ömer Serim anlatıyor:
“...Filmin Genelkurmay Başkanlığı matbaasına götürüldüğü, oradaki fırınlarda komisyon üyelerinin denetimi altında kül edildiği öğrenildi. Filmin aslı, müzik ve dublaj bantları yakıldı. Sadece bir negatif kopyası saklandı. O da negatif olduğu için asla bastırılamaz...”
Film  çekiminden ve sonraki stüdyo, laboratuar işlerinden birazcık anlayanlar için Serim’in açıklaması yeterlidir. Eğer müzik ve dublaj bantları yakıldıysa o negatiften elde edeceğiniz yeni film için yeniden dublaj (seslendirme) yapmanız ve müzik yaptırmanız gerekir.
Şimdi o günkü Tırmık’ı uzatmamak için aktarmadığım bir anı-tanıklık daha. Hem de asıl kaynaktan.
Halit Refiğ ile 2000 yılının Haziran ayı sonlarında Cumhuriyet gazetesi adına katıldığım  bir gezide Moskova’da karşılaştık. Geçimimi senaryo yazarak sağladığım yıllardan (1965-1968) kalma bir tanışıklığımız var. Ayrıca yine o yılların gözde tartışma konularından Marks’ın “Asya Tipi Üretim Tarzı” üstüne iki üç toplantıda birlikte bulunmuşluğumuz var. Halit Refiğ ile hem Moskova’da otel lobisinde, hem gezinin Leningrad bölümüne geçerken trende sohbet ettik. Söz bir şekilde Yorgun Savaşçı’ya geldi. “Ama sonunda bir kopya bulunup gösterilmiş galiba” diyecek oldum. Yorgun Savaşçı’nın yönetmeni yorgun gözleriyle gülümsedi:
- Bari sen yapma, sen böyle konuşma Aydın, dedi. Gösterildi, evet. Ama filmin en kritik diyalogları sinsice makaslandı. Kimlerin yaptığını bilmediğim yeni bir montaj uygulandı. O kadar ki Yorgun Savaşçı manasız bir savaş filmine döndürülmüştü. Beni bırak, Kemal Tahir’in romanının omurgasını oluşturan fikirleri itina ile cımbızlandı. Yani Yorgun Savaşçı’nın omurgasını kırdıktan sonra gösterip kendilerini aklamaya çabaladılar. Yazık, ayıp...
Bu diyalog, Cumhuriyet’teki yazımda okura aktarıldı...
Sonuç: “Yakıldı ama bir kopya kurtarıldı ve iddiasına göre bunu da Turgut Özakman’a borçluyuz”  palavrasına pabuç bırakacak değilim.
*    *    *
Ama 18 Ekim’deki Tırmık’ta tartışmaya çalıştığım sorun bu değil. Hiç değil.
Sorun, bir aydın olarak tanıdığım, Türk tiyatro edebiyatına katkılarını saygıyla andığım Turgut Özakman’ın bir filmin yakılma kararını veren 12 Eylül cuntasının, o kanlı faşist dönemin elebaşılarının emirlerine boyun eğip, film yakma komisyonunda yer almasıdır. Filmin yakılma tutanağının altına imza koymasıdır.
Ne yazıyor olabilir o tutanakta?
“...Bilmem ne kurulunun bilmem kaç tarih ve sayılı kararı ile Yorgun Savaşçı filmi yakılmıştır. ..”
Altında da imzalar...
Film yakmak, kitap yakmak, faşizme boyun eğmeyenleri yakmak, düşünceyi yakmak, sanat ürününü yakmak...
Sorun budur ve tam da bu noktadadır.
Tarih ırkçılığa,  şovenizme, diktatörlüklere, devlet terörüne, faşizme boyun eğmeyen yiğitlerin destanlarıyla dolu. Nelson Mandela’yı, Sakko ile Vanzetti’yi, karıkoca  Rosenbergleri, Bobby Sands’i, Eduard Bernstein’i bugün saygıyla anıyorsak işte tam da bundandır. Onlar özgür düşüncenin, zorbalığa, faşizme boyun eğmesini, zorbaya hizmet etmeyi yaşam pahasına da olsa reddeden kahramanlardır...
Ben oğluma ve torunuma 12 Eylül karanlığında “pişmanlık” belirtseler hemen özgürlüklerine kavuşacak olan Barış Derneği Başkanı Mahmut Dikerdem’in, hukukçu Orhan Apaydın’ın, gazeteci Ali Sirmen’in, Reha İsvan’ın aydın sorumluluğu sınavındaki yiğitliklerini anlatıyorum.
12 Eylül faşizminin elebaşıları emir verdi diye film yakma komisyonunda görev alanlara da aydın değil devlet memuru diyorum...
Öyleyse kimden, niye özür dileyecekmişim ben?
*    *    *
Not: Bu yazı 28 Ekim günü yazılıyor. Yarın 29 Ekim. Cumhuriyet’in 86. yıldönümü. Bugünden yazıp, o güne denk getirilmiş bir yazı iyi olur ama biraz da yapay olur. 29 Ekim yazısını 29 Ekim günü yazmayı yeğlerim. Siz bir gün sonra okuyuverin...

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim

"
"