"Dünkü Tırmık’a bir tekzip geldi" desem, buz gibi, tatsız tuzsuz, kupkuru bir cümle olacak.
Ama ne yapayım, duygusallığı bir yana bırakırsak sahiden bir tekzip geldi.
Hani dün "Kutup Yıldızı, Demirkazık, Çoban Yıldızı aynı yıldızın adlarıdır" gibi bir paragraf karalamıştım. Tekzip ona geldi…
Ödemiş Asri Mezarlığında, biricik eşi Terzi Sadık’ın az ötesinde yatmakta olan Adalet Hanım seslendi:
- Dün bir yazı yazmışın; eylülden, hüzünden, şiirden söz etmişin…
- Evet anne…
- Lafı yıldızlara, burçlara, Küçük Ayı‘ya, Büyük Ayı‘ya, Zühre’ye getirmişin… Oradan Çoban Yıldızı'na, Kutup Yıldızı'na, Demirkazık’a geçmişin…
- Evet anne…
- O yıldızın üç adı olduğunu ben sana öyle mi anlattım ?
- Aklımda kalanı yazdım anne…
- Kötü yazmışın. Tatsız, kuru. Şiir demiş, şiirden bucak bucak kaçmışın… Sen masal da dinlememişsindir ne zamandır. Masalları da unutmuşundur…
- Evet anne… İşte Obama, Putin, Baas rejimi, Tayyip Erdoğan, Netenyahu, topçu kışlası, İstanbul’a üçüncü hava limanı, kuzey ormanları var ya…
- Dediklerini tanımıyorum, saydıklarını bilmiyorum. Haydi söyle bakayım şimdi bana, o yıldıza neden kimileri Demirkazık, kimileri Kutup Yıldızı, kimileri Çoban Yıldızı demiş ?
- Şey… Hani dün yazdım ya anne…
- Öyleyse dinle…
Dinledim.
Siz de dinleyin…
* * *
- Bir varmış, bir yokmuş, uçsuz bucaksız denizin ortasında geceyarısı ordan oraya savrulan bir gemi varmış. Deniz gitgide daha da azmış. Dalgalar geminin üstünden aşıyormuş. Karanlık. Gökyüzü açık ama ortalık zifiri karanlık. Dümenci "Ne yöne kırayım dümeni“ dercesine kaptana bakıyormuş. Kaptan çaresiz. "Göz gözü görmüyor ki yönünü söyleyeyim sana" diye homurdanıyormuş. O sırada cin bakışli bir küçük gemici…
- Cin bakışlı ne demek anne ?
- Gözlerinin içi ışıl ışılmış. Senin gözlerin gibi…
- Adı da Aydın mıymış ?
- Hayır. Sinbad’mış. Küçük gemici Sinbad. Dümenci‘ye seslenmiş, "Yüzünü, bak şu tam karşımızdaki küçük yıldız var ya… Hayır o değil, hani ters dönmüş cezve gibi dizilmiş yıldızlar var ya, o cezvenin dibindeki iki yıldızı hizala. Onların arasındaki uzaklığı beş defa daha yürüt gözlerinle, o yıldızı göreceksin. Gördün mü ? Hah işte o. Yüzünü ona dön, gözünü ondan ayırma, dümeni o yöne tut. Hep öyle gidersek gün ağarmadan Basra’nın ışıklarını göreceğiz" demiş. Sahiden de gün ağarmadan Basra’nın ışıkları görünmüş. Kaptan Sinbad’ı alnından öpmüş ve "O yıldızı nasıl bildin peki" diye sormuş. Sinbad omuz silkmiş, "Kendim bilmedim, hani Habeşilerin büyük limanında Fenikeli bir gemici tanıdıydık; hani yedi denizlerde yelken basmış yaşlı denizci. İşte o anlattı. O yıldıza Kutb-i şimali denirmiş çünkü hep şimali yani Kuzey’i gösterirmiş. Ters yön de Kutb-i Cenubi’ye gidermiş… O gün bu gün o yıldıza ne denmiş ?
- Şey… Kutpuşimli…
- Boşver. Sen Kutup Yıldızı diye belle. Biz öyle deriz.
- Peki Demirkazık ?
- Bir varmış bir yokmuş, Çölde giden bir deve kervanı varmış. Geceymiş. Gökyüzü pırıl pırıl; yıldızlar sanki elini uzatsan tutarsın gibi. Ama ortalık zifiri karanlık. Üstelik kum fırtınası geldi gelecek. Bir an önce bir yere sığınmak, bir vahaya ulaşmak gerek…
- Vaha ?
- Çölde su bulunan, ağaç gölgesi olan yerlere denir… Kervanbaşı yolunu bulamıyormuş. Nasıl bulsun. Her yan kum. Ne tepe, ne dağ, ne ağaç, ne bir köy, ne bir kasaba… Kervan şaşkın bocalarken aksakallı bir dede devesinin üstünde belirmiş ve hızla yoluna devam ediyormuş. "Yolumuzu bulamıyoruz dede" demişler, "Sense bilir gibi gidiyorsun". Dede gülmüş, "Tabii biliyorum, demiş, Şu yıldızı görüyor musunuz? Hayır mı ? Anladım, göremiyorsunuz. Tarif ediyorum, iyi dinleyin". Tarif etmiş. Kervandaki tüccarlar da yıldızı tanımışlar. Dede devam etmiş "O yıldıza yüzünüzü dönerseniz Şam’a varırsınız. Ama siz Şam’a gitmiyorsunuz değil mi ?" Ötekiler "Hayır biz Medine yoluna gideceğiz" demişler. Öyleyse o yıldıza sırtınızı dönün. Yarım menzil gittikten sonra önünüze biri büyük, biri küçük iki tepe çıkacak. Küçük tepeyi aşın, altında bir vaha bulacaksınız. Orada konaklarsanız. Sonra zaten gün doğar, yolunuzu bulursunuz… "Peki Dede sen nasıl biliyorsun bütün bunları?" Dede yine gülmüş, "Siz tüccarsınız, ticaret yaparsınız. İşiniz bu. Ben yıldızlara bakarım. Benim de işim bu. Yıldızlar doğar, batar, döner, söner, ama o gösterdiğim yıldız hep yerinde durur. Demir kazık gibi, hiç kımıldamadan orada durur; hep şimali gösterir" demiş. O gün bu gün kimileri o yıldıza ne dermiş?
- Demir kazııııııkk !..
- Afferin sana… Gelelim Çoban Yıldızı’na… Bir varmış, bir yokmuş; bir küçük çoban varmış. Sürüsünü almış kavalını çala çala dağlara doğru gitmiş. O çalmış, sürü gitmiş, o çalmış, sürü gitmiş… Tam küçük çoban kendi kendine “Ne güzel çalıyorum kavalımı; ne kadar seviniyor kuzucuklarım” derken bir de bakmış ki çoktan akşam olmuş, karanlık çökmüş. Eyvaaaah, karanlıkta küçük çoban yolunu nasıl bulsun ? Üstelik de uzaktan kurt ulumaları duyulmaya başlamamış mı ? Uuuuuu… Uuuu… Uuuu… Kuzucuklar korkmuşlar, birbirlerine sokulup küçük çobanın çevresinde kümelenmişler… Dur dur, sen de korkma. Dudağını büzdün, ağlayacaksın şimdi… Hayır benim küçük oğlum, onlar iyi kurtlarmış. Kuzuları da küçük çobanı da çok severlermiş. Uuuu Uuuu demeleri küçük çobana “Haydi köye git artık, bak akşam oldu” demek içinmiş…
- Peki yolunu nasıl bulacak ?
- Kolay. Çünkü küçük çobana yaşlı bir dede çoban önceden öğretmişmiş. O yıldızı belletmiş, gökte onu bulup yüzünü ona dönmesini ve sürüsüyle birlikte dereboyuna gelene kadar dümdüz gitmesini, dereboyuna varınca da o yıldızı sağ omuzunun üstünde görecek gibi yol almasını, büyük meşe ağacının yanına varınca zaten köyün ışıklarını göreceğini söylemişmiş… Küçük çoban da öyle yapmış… Söyle bakalım o yıldızın adı neymiş?
- Çoban Yıldızıııııı…
- Afferin sana… Bak karanlık basmaya başladı, şimdi seninle bahçeye çıkalım ve bana yıldızları göster: Çoban Yıldızı'nı, Demirkazık’ı, Kutup Yıldızı’nı…
* * *
Adalet hanım burada sustu. O güzelim mavi gözlerinin derinliklerine kadar gülümsedi, ardından gözlerini yumdu ve yeniden Ödemiş Asri Mezarlığındaki yerine uzandı…
Gökten bir elma düştü…
Biri Kutup yıldızı…
Biri Demirkazık …
Biri Çoban Yıldızı…