İlk ipuçları CHP Kurultayı sırasında boy gösterdi. AKP iktidarını Türkiye’nin başına konmuş bir talih kuşu gibi gören kalem erbabı meslektaşlar birden telaşlandılar. Kılıçdaroğlu’nun ne yapıp ne yapamayacağı daha belli değilken (hâlâ da değil ya), “Ya tutarsa” paniğine girdiler. Yükselen bir CHP, aşağı inen bir AKP demekti. Bu henüz bir “olasılık” idi ama, ne olur ne olmaz, dediler ve hızla “Baykal güzellemesi”ne başladılar.
Hatırlayın:
CHP Parti Meclisi'ne seçilen bazı “yeniler”in parti üye yapılmasındaki usulsüzlüğe sarıldılar...
Kılıçdaroğlu’nun Dersim için “katliam” terimini kullanmasını, Kürt sorununa çözüm için “Genel af”tan söz etmesini ama Baykal’dan fırça yiyince hemen çark etmesini hatırlattılar...
Baykal’ın konuşma yetisinin yanında Kılıçdaroğlu’nunkinin kekelemeye benzediğine değindiler.
Kaset komplosunu mahkum etmekle yetinmediler, Baykal konunun o yanına ısrarla girmediği halde, kasette gösterilenlerin yalan, montaj, düzmece olduğunu savunup, güven vermemekten öte sorular sorduran bir özel firma raporuna sarılıp Baykal’ı aklama yarışına girdiler...
Sahiden inançlı ve kararlı birer Baykal yandaşı olsalardı, tutumlarını anlamak ve hatta hak vermek mümkündü. Ama daha düne kadar Baykal’ın 1930’ların tek parti dönemini özleyen, gerici, tutucu bir siyasetçi olduğunu vurguluyorlardı.
Peki bu ani dönüş, bu Baykal güzellemesi ne?
Bence yazının başında altını çizdiğim nokta: Ya Kılıçdaroğlu AKP’yi zayıflatır, ya AKP’nin tek başına iktidarı tehlikeye girerse...
Kurultay geçti, Baykal’ın dönmeyeceği ve dönemeyeceği belli oldu. Kısa süre sonra da “Mavi Marmara” olayı patladı.
İHH’nın başını çektiği eylemin AKP’nin sahici rakibi Saadet Partisi’nin hesabına yazılması kaygısı aynı kalem erbabını sardı. Başbakan'ın sapla samanı birbirine karıştırdığı; Filistinlilerin ve özellikle Gazze şeridinde yaşayan Filistinlilerin isyan edilesi durumunu Hamas destekçiliğine indirgediği gerçeği bile gözardı edildi ve Mavi Marmara olayından AKP’ye prim kazandırma, en azından kaybettirmeme çabaları öne çıktı...
* * *
Bu telaşı, AKP’nin zayıflaması olasılığından bile paniklemeyi anlamak kolay değil.
Baykal CHP’sinin ve Bahçeli MHP’sinin AKP’nin de sağına savrulmuşluklarından “Beterin beteri var. Bari betere fit olalım” mantığına ulaşmanın saygıdeğer bir yanı olabilir mi?
AKP’nin Kürt sorununu Kürtler için kabul edilebilir ilkeler çerçevesinde çözmeyi hedeflemediği, o bölgede Hadep – DTP – BDP çizgisine bağlı olduklarını defalarca kanıtlamış seçmenlerin oylarını AKP’ye çekme manevrasına bel bağladığı artık ayan beyan değil mi?
Ermenistanla iyi komşuluk ilişkileri kurmaya gidebilecek bir süreç sadece Ermeni milliyetçilerinin tepkisi yüzünden değil, AKP’nin yalpalamaları, Türkiye’nin Kafkas politikasını Azerbaycan prangasından kurtaramaması yüzünden de sonuçsuz kaldı; buzdolabına kaldırıldı ve ne zaman çıkarılacağı da belli değil.
AB ile ilişkilerde de AKP’nin sert bir fren yaptığı, zaten uygulanmakta olan Maastricht kriterlerine paralel Kopenhag kriterleri yönünde artık yeni adımlar atılmaması son dört günün değil son dört yılın gerçeği değil mi?
* * *
Peki AKP tek başına iktidar olabilmenin kibirinden, burnu büyüklüğünden kurtulur (yani burnu sürtülür), bir koalisyona ya da kıl payı bir çoğunluğa razı olmak zorunda kalırsa bunun Türkiye’ye ne gibi ve ne kadar zararı dokunur?
Ve bu darbe ya da örtülü darbe (28 Şubat) gibi demokrasi dışı yöntemlerle değil de tümüyle demokrasinin kuralları içinde gerçekleşirse buna niye itiraz edilir?
Doğrusu yükselen milliyetçi, ulusalcı dalgadan duyulan haklı nefretin ve ürküntünün AKP hayranlığına, kayıktsız şartsız AKP destekçiliğine dönüşmesini anlamak –en azından benim için- mümkün değil...