İşin en yoğun olduğu anda fark ettim. Kendim buralarda, Almanya’dayım ama aklım (yoksa yüreğim mi?) orada, Mehmet’te, Mehmet Aksoy’da, heykelde...
Günlerdir bu böyle... Sadece çalışırken değil, Sibirya soğuklarının kol gezdiği bu bölgede yürürken, araba sürerken, Tuna kıyısında eller cepte avarelik ederken, tadına doyulmaz sosisler satan “çadır dükkan”ın önünde sıraya girmişken...
Aklım (yoksa yüreğim mi?) Mehmet’te, Mehmet Aksoy’da, heykelde...
Yıllar önce, İş Bankası Kültür Yayınları onunla bir “nehir söyleşi” yapmamı önerdiğinde duraksamıştım. İster kısa, ister “nehir” söyleşi, fark etmez, söyleşi yapanın, söyleşi yapılana karşı alabildiğine nesnel (=objektif), alabildiğine önyargısız olması gerekir.
Oysa ben Mehmet Aksoy söz konusu olunca ne nesneldim, ne önyargısız...
Aynı siyasi örgütün çatısı altıda yer almıştık: Türkiye Komünist Partisi’nin. Aynı siyasi örgütte olup bitenlere, kerameti kendinden menkul örgüt şef ve şeyhlerine fena halde öfkeliydik.
İkimiz de siyasal göçmenliğin kıskacında yaşamıştık. O Berlin’de, ben Frankfurt’ta. İkimiz de 12 Eylül rejimi laçkalaşıp, ülkeye dönme olanağı doğunca gözümüzü kırpmadan dönmüştük.
İkimiz de...
Neyse uzun sürer bu...
* * *
O nehir söyleşi için altı hafta boyunca hemen her gün buluşup toplam 43 saat konuştuk. Ortaya bana onur, ona keyif veren bir kitap çıktı: Heykel Oburu.
Kitabı bitirip yayın evine teslim ettiğim akşam eve döndüğümde karıma “Bir kitap hazırlamadım; heykelin ne olduğunu, ne olmadığını öğrendim. Bir de heykele nasıl bakılması gerektiğini” dedim.
Bugün de öyle. Heykele nasıl bakılacağını Mehmet Aksoy’dan öğrendim ve ben heykele nasıl bakılacağını iyi bilen biriyim (artık).
Ama onun heykelinin, heykelde Mehmet Aksoy “tarzı”nın tadına varmak için ille de benim gibi “eğitilmek” gerekmiyor.
Berlin’in az berisinde, o küçük ama pek güzel Potsdam kentinde, Aziz Nikoli kilisesinin önündeki koca Einheit Platz’da (=Birlik Meydanında) bir heykel var: Meçhul Asker Kaçağı heykeli. O heykelin önünde, arkasında, sağında, solunda saatler geçirdim. Berlin’de Bulutlar Heykelinin önündeki banka oturup az dinlenmedim. İstanbul’da, Boğaz’ın belki de en güzel göründüğü bir tepedeki Huber Köşkünde İo heykeli var. Boğazın kadınsı kıvrımlarını Mehmet Aksoy İo heykelinde mermere oydu. Fırsat bulun, gidip bakın. Boğaz’la İo yarışıyor orada... Datça’da Can Yücel’in mezarını göreniniz var mı ? Günbatarken Eski Datça’ya çıkın. Ama tam gün batarken. Batan güneşin ışıkları o mezarın taşına vurur. Afyon mermerinin özelliği ışık geçirmektir. Orada güneşin son ışıklarının vurduğu mermerde bir kadın rahminin içinde bir bebek görünür. Sebebini Mehmet Aksoy, Can Yücel’den ödünç alıp söylüyor: Hep öyle genç kal !.. Sonra Selçuk’ta...
Boşverin, Mehmet Aksoy heykellerini anlatmak uzun sürecek...
* * *
Ben Mehmet Aksoy’un iki heykelinin onun kafasında ve yüreğinde doğuşlarının da tanığıyım.
Birine daha başlamadı bile: Marmara Adası’nda Kole Burnu’na Denize Ağ Serpen Balıkçıyı yontacak Mehmet Aksoy. Ne zaman? Bilmiyorum. O da bilmiyor. Ama o heykel onun kafasında çoktan bitti. Bir gün mermere çekiç sallamaya başlayacak ve denize ağ ve umut serpen Marmara balıkçısı doğacak...
İkincisi İnsanlık Anıtı’dır. Kars’ın bir tepesinden Ermenistan’a doğru bakacak ve bölünmüş bir insan figürü, bu toprakların parçalanmış, birbirine düşman kılınmış, aralarına kan sokulmuş insanlarını anlatacaktı.
Daha tek çekiç sallanmamışken, daha Kars belediyesi heykel filan ısmarlamamışken İnsanlık Anıtı Mehmet Aksoy’un kafasında ve yüreğinde doğmuştu. Ben doğumun tanığıyım. O çocuksu coşkusuyla evinin koca bahçesinde bölünmüş insanı, kocaman gözyaşını ve uzanan dostluk elini anlatışının tanığıyım ve ben o heykeli, maketi bile yapılmadan görenim.
* * *
Günlerdir elim işte iken aklım ve yüreğimin neden Mehmet Aksoy’da oluşunun sebebini anlatmaya çalıştım.
Heykele tüküren, heykel yıkan, sanatsal beğenisinin sınırları Mehmet Aksoy heykeline, hem de henüz bitmemiş bir Mehmet Aksoy heykeline “ucube” diyecek kadar sığ bir adamın fetvasına uyan “put kırıcı” vandallar ellerini çabuk tutarlar da arkadaşımı o yıkıcıların karşısında yalnız bırakırım kaygısı beni kavuruyor.
Şu işlerimi bir an önce bitirip dönmeliyim ben... Böyle günde arkadaş yalnız bırakılmaz...