Gazeteciler “Siz bu satırları okurken ben…” diye başlayan cümleleri pek severler. Yazıla yazıla aşınmış, yalama olmuştur ama yine de kullanılır.
Ben de çok kullandım. (Hatta biraz fazla “çok” kullandım). Gel gör ki bir defa bile şöyle kasıla kostaklana “Siz bu satırları okurken ben Paris’te olacağım” gibi bir cümle kuramadım. Ya da New York’ta, Londra, Washington, Amsterdam, Roma’da…
İlhan Selçuk’un kıs kıs gülüp “Senin telef edilme zamanın yine geldi” deyip deyip yolladığında payıma mesela Belgrad düştü. NATO uçaklarının bombalamaya başladığı, yabancı elçiliklerin apar topar kenti boşaltmakta olduğu Belgrad…
Ya da tepeden NATO uçaklarının, dönemeçlerden, kaya diplerinden Sırp keskin nişancıların adam avladığı Priştine, Prizren, Mitrovica…
Ya da gazetecilerin birbuçukuncu Körfez savaşı dedikleri, Amerikan uçaklarının ha bire bombaladığı 1997 sonunun Bağdat’ı, Kerbela’sı, Basra’sı…
Ya da tam 33 yıl önce, 1980’in Ocak ayında Politika gazetesi için gittiğim ve gerçek bir iç savaşın hüküm sürdüğü, acı çeken, kanayan, kadın ve erkek en iyi evlatlarını birer birer yitiren Afganistan…
Bu defa yollayan yok, kendim gönüllü gidiyorum. 33 uzun, çok uzun yıl sonra Kabil’i, Kabil ırmağını, Hindikuş dağlarını bir kez daha görmek, safranlı pilava kaşık sallamak hoş olacak…
* * *
33 yıl önce o topraklarda dostlar edindim. Geleceğe umutla bakmak isteyen ve bakamayacağını yavaş yavaş bilince çıkaran ya da çıkaramayan dostlarım oldu. Triportorüyle Kabil sokaklarında, kendi deyimiyle “motorlu hamal"lık yapan Gulam Hazret,onun kömür gözlü kızı Neşide, bitişik komşuları, Özbek asıllı Afgan yurttaşı Mehri ile karısı, “Kız muallim mektebi muallimesi” Hatun…
Neşide, ben tanıdığımda 13 yaşındaydı. Kömür gözlerinin derinliklerinde çocukluktan genç kızlığa geçişin ışıltılarına, okuma yazma bilmenin ve meslek okulunda karmaşık bir tekstil makinasını kullanmayı öğreniyor olmanın gururu eşlik ediyordu. Kırık dökük Azeri Türkçesiyle bana anlatıyordu:
- Kel jurnalist emmi diğne! O makgina çalışacakh. Başşıngda duran men olmayacağım. Ben başşıngda duracak zahmetkeş gızların muallimesi olacağım...
Neşide bu gün 46 yaşında olmalı.
Eğer yaşıyorsa… O kanlı iç savaş günlerinde hayatta kalabildiyse…
Yaşıyorsa Taliban karanlığında okula gidebildi ve “Zahmetkeş kızların muallimesi” olabildi mi acaba?
Babası Gulam Hazret Afganistan Halk Partisi’nin sıkı militanıydı. Acaba bir mücahit kurşunu ya da bir Taliban celladı onu…
Ah hayır…
O Gulam Hazret ki Afgan başkentinde kaldığım 13 gün boyunca benim şoförüm, çevirmenim, siyasi danışmanım, kılavuzum ve arkadaşım oldu. Triportörünün arkasında bütün Kabil'i adım adım dolaştık. Hayber Geçidi'ne beni götüren kömür kamyonunu da o buldu ve dönüşümde beni gene o karşıladı. Havaalanında uçağımın tekerlekleri yerden kesildiğinde o uzakta, küçük bir nokta gibi kalmıştı ama el salladığını görebiliyordum. Hatta belki hafiften ağladığını da. Ben de dolan gözlerimi yanımda oturan iri kıyım Özbek halı tüccarından saklamaya çabalamıştım.
* * *
Şimdi, tam 33 yıl sonra yeniden Afganistan yollarındayım…
33 yıl önce internet icat edilmemişti ve Afganistan-Türkiye arasında telefonla iletişim de yoktu. Yazıları döndükten sonra dizi olarak yayınlamak istedim. İkinci yazıdan sonra, 1980 Şubat’ının ilk günlerinde tutuklandım; askeri hapishaneye dönüştürülmüş Davutpaşa kışlasına kondum. Camları bilerek kırılmış, zemininde bilerek dört parmak su biriktirilmiş bir koğuşta nemli değil, ıslak değil, sırılsıklam yatakları betona serip uyumaya zorlandığımız berbat bir hapishaneydi. 12 Eylül hapishanelerinin provaları yapılıyormuş, bilemezdik.
Bir gece S3 subayı olduğu söylenen bir yüzbaşı geldi. S3 subayı ne demektir bugün de bilmem ama o gün bile önemli biri olduğunu sezmiştim. Binbaşı rütbesindeki hapishane müdürü onun karşısında neredeyse “hazırol”da duruyordu. Benimse birkaç saatliğine de olsa soğuk koğuştan sıcak müdür odasına alınıp, zorunlu bir sohbet için de olsa kahve içme olanağı bulduğum için keyfim yerindeydi.
Sohbetin bir yerinde kendine aşırı güvenli S3 yüzbaşısı küstah bir gülümsemeyle sordu:
- Niye tutuklandın sen gazeteci?
- Yazdığım yazıdan dolayı dediler. Türkiye halkları diye yazmıştım, bölücülükmüş…
Gülümseme sırıtmaya dönüştü:
- Duy da inanma. Sen Afganistan konusunda çatlak sestin. İlk yazıda belliydi. Buna izin verilir mi sandın?
Kahvenin hatırına ses çıkarmadım. (Sanki çıkarabilirmişim gibi !)
* * *
33 yıl sonra artık Afganistan’dan da interneti kullanarak yazı geçmek mümkün. Üstelik çatlak ses çıkarırsam galiba beni içeri tıkmazlar.
Koşullar uygunsa “Engin Çelebi Seyahatnamesi”nden yol notları iletmeyi aksatmam.
Ama önce hele şu uçak yere insin…