Kupkuru, ruhsuz, kelimelerin hiçbir iç derinlik taşımadığı bir ajans haberi.
Birlikte okuyalım:
“Dev-Sol ana davası 29 yıl sonra sonuçlandı. Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada mahkeme, 39 sanığa anayasal düzeni değiştirmek suçundan ömür boyu hapis cezası verdi...”
Haberin devamı uzun ve boş laf.
* * *
“Ömür boyu hapis” cezası verilen o “çocukların” pek çoğuyla 1980’de Davutpaşa Kışlası'ndaki Askeri Hapishane'de birlikteydik. 12 Eylül hapishanelerinin provası yapılan Davutpaşa Askeri Hapishanesi'nde...
Alışılmadık ölçüde soğuk geçen 1980 Mart’ında, pencere camları kasıtlı olarak kırıldığı için içeri yağan yağmurla tabanında üç dört parmak su biriken koğuşta, çok yüksek volümlü hoparlörler aracılığıyla gece ve gündüz dinletilen mehter marşlarının çıldırtıcı gümbürtüsünü umursamadan Sovyet Kızılordusu destekli Afganistan ordusu ile ABD uzmanı destekli müslüman Mücahitler arasındaki savaşı konuştuk; emperyalizmin bunalımlarının üçüncü mü, dördüncü mü döneminde olduğumuzu tartıştık; Livaneli’nin bestelediği Nazım’ın şiirinin son iki dizesinin “35 kilometreden pırıl pırıldır Moskova” mı, “35 kilometreden kızıl kızıldır Moskova” mı olduğunu tartıştık. Bazen anlaştık, çoğu kez anlaşamadık. Ama günde bir bardak suyla (ister iç, ister kıçını yıka) yaşamayı, su içinde yüzen yataklarda uyumayı ve düş görebilmeyi becerdik. Bir de 12 Eylül provasının zavallı uygulayacılarına boyun eğmemeyi becerdik...
Tahliye oldum. Yurtdışındaydım, 12 Eylül oldu. Yani 12 Eylül cellatları beni yakalayamadı. 12 yıl göçmenlik yaptım. Türkiye’ye döndüm. Sağmalcılar Hapishanesi'ne kondum. 12 yıl önce bıraktığım gencecik arkadaşlarımla yine buluştum; ranza paylaştık, volta attık.
Yaşlanmışlardı.
Üstlerinden 12 Eylül geçmişti. Bedenlerinde 12 Eylül’ün yaraları hâlâ tazeydi. “Pırıl pırıl” mı, “Kızıl kızıl” mı olduğunu tartıştığımız Moskova kapkara bir kapitalizm bataklığına dönüşmüştü. Sol ayağı hunharca kırılmış, kemikleri un ufak edilmiş ülkemizde bir “demokrasicilik” oyunu sürmekteydi. Ranza ve volta arkadaşlarım başlarının gölgesini önlerine düşürmemişliğin, itirafçı olup dışarı çıkabilme fırsatını hiç duraksamadan ellerinin tersiyle itmişliğin haklı gururu (kibri değil gururu) ile yine tartışıyor, okuyor ve yine tartışıyorlardı. Sovyetler Birliği'nde, Doğu Avrupa’nın sosyalizm kuruculuğuna kalkışmış ülkelerinde, Çin’de, Yugoslavya’da, Arnavutluk’ta olup biteni tartışıyor ve “Tarihin tekerleğinin geri de dönebileceğini” kavramanın hüznü ve öfkesiyle ve 12 Eylül cellatlarının aralarından çekip aldığı arkadaşlarının acısıyla türküleri, marşları daha bir hınçla söylüyorlardı.
Onları 12 yıldır tutuklu (hükümlü değil tutuklu) olarak içerde tutan mahkemeler artık umurlarında bile değildi. Hükümetin mi, yüksek yargının mı, Adalet Bakanlığı'nın mı aldığını bilmedikleri, merak da etmedikleri bir kararla çoğu tahliye edildi. Artık tutuksuz yargılanacaklardı.
Hapishane arkadaşlığı kalıcıdır. Dışarıda da buluştuk. Birinin nikâh şahidi oldum. Bir başkasının çocuğu doğduğunda çeyrek altın taktım. Biri Yalova yakınlarında turfanda salatalık yetiştirerek ekmek parasını çıkarıyordu. Ufacık tarlasının kıyısındaki barakasında taze salatalıklar yiyip günü ve geleceği konuştuk. Bir kaçına iş buldum. Biri semt komşum oldu. Pazar sabahları Çengelköy çınaraltında buluşup kahvaltı adeti icat ettik. Epey de uyguladık...
Günler, aylar ve yıllar geçti.
Yaşlandım, yaşlandılar.
Ve dün Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi 29 yıldır (Yazıyla: Yirmi dokuz yıldır) süren davayı karara bağladı: 39 kişi hakkında ömürboyu hapis cezası verdi...
* * *
Gençliklerinin en güzel ve en verimli çağında mahkum olmadıkları, sadece tutuklu oldukları halde en az 12 yıl demir parmaklıklar ardındaydılar. Tahliye olduktan sonra 17 yıl daha geçti. Yaşam kurdular. Anne oldular, baba oldular, dede olanları bile var.
Ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yargı erki tam 29 yıl sonra “adaleti” tecelli ettirdi: Ömür boyu hapis...
Hukuk bilgeleri yüzyıl önce “Geç kalan adalet adalet değildir” demişler.
Peki, karar vermek için 29 yıl geçiren bir yargılama sürecine ne demek gerek?