28 Şubat ve sonraki aylar ve yıllarda “devletin sahibi biziz” diye kostaklanan, kostaklanmakla yetinmeyip hayatlar karartan “ağır top” generaller tutuklanıyor, hapse yollanıyor.
Toplam 14 emekli generalden söz ediyoruz. Çoğunun yaşları 80 üstü. Çetelesini tutmadım. Kaçı hapse girdi, kaçı henüz girmedi. Ama besbelli 14’ü de içeri girecek.
AKP elebaşıları ve AKP medyası bayram ediyor. İntikamcılığın (rövanşizmin) iğrenç sırıtmaları ile ve utanmadan adalet’ten söz ediyorlar.
Ünlü bayrak mitinglerinde bayrak sallamış, “Ordu göreve” pankartlarının ardında yürümüş, laikliği bir dine dönüştürmüş kadın ve erkekler ise yaşlı gözlerle yas tutuyorlar.
Peki bu alaca karanlıkta, bu toz dumanda bize düşen ne?
Zor bir soru değil bu?
Adaleti savunmak, evrensel hukuk ilkelerine uygun tavır almak.
* * *
28 Şubat’ı ve izleyen dönemde olup bitenleri saymaya, sıralamaya, hatırlatmaya gerek yok.
Ama yine de biraz geri dönelim.
28 Şubat döneminde ağır bir anayasal suç işlendiğinden kuşku duyulmasa gerek. Birer devlet memuru olan generaller (evet. generaller de birer devlet memurudur), seçilmiş iktidara (evet, ne kadar çağ dışı, ne kadar dinbaz, ne kadar düzenbaz olursa olsun yurttaşların oylarıyla seçilmiş meşru iktidara) karşı çıktılar bildiriler yayınladılar, açıkça tehdit ettiler ve koalisyon hükûmetinin dağılmasını sağladılar.
Böylece 2002’de AKP’de temsilcisini bulan siyasal İslamın seçim kazanıp iktidarı, yani devletin dizginlerini ele geçirmesinin yolunu açtılar.
Kendilerini devletin sahibi kabul etmiş, demokrasiye balans ayarı verdiklerini şişinerek ilan etmiş generallerin hepsi artık emekli. Hepsi yaşlı, çok yaşlı birer “mütekait general”. Semt pazarında alışverişe gidiyorlar mı bilemem, ama giderlerse manav tezgâhının başındaki bıçkının “Hooop, dayı seçmece yok, sıkıp sıkıp bırakmak yok” diye azarlamasına katlanmaktan öte ellerinden bir şey gelmez.
Yine de bugün sorun, onlara sövüp saymak olamaz. Hem yakışık almaz, hem anlamı olmaz…
* * *
O 14 generalden bazılarıyla çok tatsız kişisel anılarım var.
O generallerden ikisi (biri or, öteki kor idi) 1999’da Cumhuriyet’te İlhan Selçuk’u ziyaret ettiler ve sohbet arasında sözcükleri saklamadan “Aydın Engin’in bu gazetede yazmasını istemiyoruz. Bu gazeteyi zehirliyor. Onu atmalısınız” dediler.
İlhan abi omuz silkti, ona pek yaraşan tilki gülüşü eşliğinde cevap verdi:
- Sayın paşalar siz kendi işinizi iyi yapın, biz de kendi işimizi iyi yapalım. İşleri de birbirine karıştırmayalım…
Nereden mi biliyorum?
Hiiiiç… İlhan Abi anlattı. Oradan biliyorum.
* * *
O paşalardan bir başka “or” olanı bir sabah telefon etti. Cumhuriyet santralından Fatoş “Aydın Abi bir orgeneral arıyor. Galiba Hava Kuvvetleri komutanı. Sesi de pek sert. Bağlayayım mı?”
Koca orgenerale “Şu anda meşgulüm sonra arasın” diyecek halim yok ya, “bağla” dedim.
Bağladı. Paşa çok sert ve kısa ve veciz(?) konuştu:
- Gazeteci, bugünkü yazını okudum. Bize, devlet memurusunuz, tıpkı Tapu Kadastro Genel Müdürü gibi demişsin.
- Evet paşam öyle dedim.
- İyi bok yedin. Sen artık eşeğin vajinasına su kaçırdın, biliyor musun?
(O, o kelimeyi adlı adınca kullandı, ben burada utandığımdan aynen aktaramadım)
Çat! Telefon suratıma kapandı. Kalakaldım.
* * *
İstanbul’daki kışla duvarlarına, “Orduya sadakat görevimizdir” zırvası yazılmıştı. Ben de Tırmık’ta “Ordu bana sadık olsun be. Ben kimseye sadakat borçlu değilim” diye bir yazı yayınlamıştım. Almanya’daki sıkı Atatürkçülerin Frankfurt’ta bir konferansa çağırdıkları o general benim yazı hatırlatıldığında, “Bırakın o kansızı. Onun da günü gelecek” dedi.
Bir başka gün Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapan bir korgeneral telefon etti. Bağladılar…
Ayyy, sıkıldım,
Her biriyle tek tek hesabım var ve ben bir hesaplaşmayı artık yersiz ve zamansız ve haksız ve anlamsız buluyorum.
* * *
2002’de tek başına iktidar olan AKP tayfası bu generallerin işledikleri anayasal suçla ciddi bir hesaplaşmayı göze alamadı. Oysa onları düşman ve kahredilmesi gereken kişiler olarak görüyorlardı.
Kumpas davaları Gülen Cemaati’nin orduda kök salma hedefinin bir halkasına dönüştü. O yüzden sahte kanıtlarla hukuk değil bir tasfiye operasyonu yürütüldü ve kendilerini çok güçlü sanan, burnundan kıl aldırmayan generaller emekli edildi.
Ancak 28 Şubat’ta ifadesini bulan “askeri vesayet”e duyulan kin ve intikam tutkusu özellikle AKP Reisi Recep Tayyip Erdoğan’ın içinde hiç sönmedi.
Artık orduyu büyük ölçüde “darbeci zihniyet"ten temizlediğine ve kendisini yeterince güçlü hissettiği bir zamanlama ile bundan 6 yıl önce bir “28 Şubat davası” açtırıldı. AKP yargısı 28 Şubat’tan 18 yıl sonra bir dava açılmasına utanç verici bir uyum gösterdi. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi 28 Şubat’ın önde gelen “paşaları”nı güya yargıladı. En elebaşı konumdakileri müebbet hapse mahkûm etti. Yargıtay’ın yetkili dairesi de cezaları onayladı. Böylece generallere hapis yolu göründü. Bugünlerde de uygulamaya geçildi.
AKP Reisi hem o ilkel intikam duygusunu tatmin ediyor, hem de seçmen kitlesindeki erimeyi önlemekte yararı olur kirli hesabıyla AKP tabanına “Vay be bizim reise bak. Nasıl da güçlü, nasıl da muktedir. Koca koca paşaları mapus damına yolluyor vallahi” dedirtecek bir tezgâh sahneliyor.
13 yıl sonra bir dava açtırıp, 6 yıl sonra önünde düğme ilikleyen yüksek yargıdan da onay alınan hukuk cinayetinin özeti ve hedefi bundan ibaret.
18 yıl bekledikten sonra, altı yıl süren bir yargılama sürecinden sonra verilen kararlara en küçük bir saygım yok. “Geciken adalet adalet değildir” özdeyişinin bile yetersiz kaldığı bir hukuk cinayeti ile karşı karşıyayız.
* * *
Haydi yine soralım: Bize düşen ne?
Cevabı yineleyelim: Adaleti savunmak, evrensel hukuk ilkelerine uygun tavır almak.
Bu kadar yalın ve açık.
Eyyy paşalar!
Farkında mısınız? Sizleri savunmak, adaletin sizlere de eksiksiz uygulanmasını istemek ve bu uğurda mücadele etmek “bizlere” düştü.
Hani demokrasiyi inatla savunan, hukuk ve adaletin eksiksiz uygulanmasını isteyen ve bunun için “Onlar, bunlar, bizimkiler, ötekiler” gibi ayrımlara metelik vermeyen bizlere…
Sakın şaşırmayın.