New York’da Yağmurlu Bir Gün (A Rainy Day in New York) X X X
Yönetim ve senaryo: Woody Allen Görüntü: Vittorio Storaro Oyuncular: Timothée Chalamet, Elle Fanning, Liev Schreiber, Rebeca Hall, Diego Luna, Jude Law, Selena Gomez, Cherry Jones, Kelly Rohrback, Will Rogers, Suki Waterhouse
Amerikan filmi
|
Woody Allen’in son filmi (ki uzun kariyerindeki tam 48. film!) hayli zamandır dolaplarda bekliyordu. ABD’de taciz olayının (tıpkı bizdeki cinayet olayı gibi: Acaba hangisi daha ürkünç ve daha hazin?); evet o MeToo eylemine yol açan taciz olaylarının gündemin başına oturmasıyla birlikte, bu konuda vaktiyle ‘suçlu’ görünen Allen’in son filmi de bir tür boykota uğramış ve gösterimi ertelenmişti.
Batı bu konularda gerçekten hassas davranıyor. Baksanıza: Şu günlerde başlayan son Venedik Festivali’ne yeni filmiyle katılacağı açıklanan büyük usta Roman Polanski bile, geçmişte 13 yaşında bir çocuğa istismarda bulunduğu iddiasıyla girdiği kara listeden çıkamıyor. Aradan geçen bunca yıla karşın!.. Bu davet birçok kişi ve kurum tarafından patırtılı biçimde eleştirildi. Gitse de gerçek bir ‘Venedik Tatili’ geçiremeyeceği kesin!..
Her neyse...Film sonradan dünyanın birçok ünlü kentini (Roma’dan Barcelona’ya, Londra’dan Paris’e) dekor alsa da, aslında gönlü hep ‘evi’ New York’da olan sanatçının yine bu kente adanmış gözüken hikâyesi. Yine kendisi yazmış, yine gözde kameramanı Vittorio Storaro’ya emanet etmiş. Ve yine karşımıza gerçekten etkileyici bir N.Y. güzellemesi çıkmış.
Böylece üniversiteli âşıklar Gatsby (Timothée Chalamet) ve Ashleigh (Elle Fanning) baş başa New York’ta güzel bir hafta sonu planlar. Ancak birden bastıran ve hiç durmayan bir yağmur ve birbirini izleyen karşılaşmalar, genç aşıkların yolunu ayırır. Acaba yeniden birleşebilecekler midir?
Film öylesine tipik biçimde Allen’vari ki…Öncelikle o genç çocuk, yeni şöhret Timothée Chalamet’nin büyük katkısıyla, sanki gencecik bir Allen…Öylesine entelektüel, öylesine esprili, öylesine bilgi küpü ki..
Üstelik piyano çalıyor, eski parçaları biliyor. Tam yeri geldiğinde dünya edebiyatının yazarlarından seçilmiş incileri etrafa saçıyor. Ve de harika bir poker oyuncusu: hep kazanan türden...Sanki Woody kendi yeteneklerini bile aşan, alabildiğine idealize bir genç kahraman yaratmış. Öyle ki filmin genç aşıkları Central Park kadar, kentin başta Metropolitan olmak üzere ünlü müzelerinde de vakit geçiriyor.
Ve film öylesine nostalji yüklü ki…Sürekli sinemanın geçmişi anılıyor, ikonlaşmış isimler yüceltiliyor. Ve fonda her Allen filmindeki gibi, özgün bir müzik yerine geçmişten gelen birkaç şarkı leit-motiv gibi duyuluyor.
Oldukça kalabalık ve iyi seçilmiş bir kadro yine iyi bir kolektif iş çıkarıyor. Ve karşımıza sinema sanatına yine Woody’vari hoş ve sempatik bir romantik komedi daha katılıyor.
Ancak olumsuz şeyler de söylenebilir. Kimi yabancı kalemlerin dediği gibi…Film başlarda özlenmiş bir sinemanın örneği olarak ilgiyle izleniyor. Ama giderek belli ölçüde monotonlaşıyor; tekrarlara, uzatmalara dalıyor. Sanki Allen’in kalemi ve de sineması belli bir yorgunluğun işaretlerini taşıyor. Ve bu da filme yansıyor.
Aynı zamanda müzisyen olan Allen 2005’de İstanbul’u bir konser için ziyaret etmişti. Ve onunla kısaca konuşup resim çektirmiştik. Resimde ekonomi yazarı Gila Benmayor da var.
Nitekim bir eleştirmen şöyle demiş. Önce İngilizce’sini verip sonra çevirmeyi deneyeyim:
“The filmmaker’s failure to understand 21. century youth is painfully evident. He appears to have looked no further than The Catcher in the Rye or MAD Magazine to get a handle on how young people behave, and the results are excruciatingly stilted and phoney”.
Yani: “Yönetmenin 21. yüzyıl gençliğini anlamadaki zorluğu üzüntü verecek biçimde açık. Genç kuşakların davranışına bakışı The Catcher In The Rye (J. Salinger’in ünlü romanı) veya MAD Magazine (1952’den beri yayınlanan popüler mizah dergisi) döneminden kalmış ve sonucu ızdırap verici biçimde tumturaklı ve yapmacık!”.
Ama ne olursa olsun...Bugün 84 yaşına gelmiş (1935 doğumlu) ve ardında 50’ye yakın film bulunan böylesi bir sanatçıyı küçümsemek hiç adil değil. Öte yandan onun bu olay nedeniyle yeterince küçümsendiğini ve hakarete uğradığını hatta toplum dışına itildiğini düşünüyorum. Ve yanılmıyorsam bu konuda da açıkça pişmanlık beyan etti
Aynı şeyi Polanski için de söylemeliyiz. Üstelik o daha yaşlı: 86 yaşında (1933 doğumlu). Onun da zamanında bu konuda yeterince cezalandırıldığını düşünüyorum. Yıllar boyu ABD’ye ayak basamaması bile ağır bir ceza değil mi? Onu bunca yıl sonra ve bu nedenle Venedik’e davet etmemek bence doğru olmazdı. Ya karşımızda gerçekten bir başyapıt varsa?