Vedat hocayı yitirdik. Görüşemiyorduk zaten, ama ne zaman onu düşünsem, yüz yaşına hayli yaklaştığını bildiğimden “İnşallah o özel günü tüm dostlarıyla birlikte kutlarız,” diyordum. Ama nasip olmadı.
O kendisini ideolojik açıdan en sıkı ve sağlam biçimde angaje eden insanlardan biri oldu. Ve gönül verdiği solculuğu sonuna dek hep korudu. Genç yaşta Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) girmiş, daha 1951’deki ünlü ‘tevkifat”da yargılanıp tam 9 yıl hapis yemiş ve bunun 7 yılını yattıktan sonra ‘koşullu olarak’ özgür kalmıştı.
Ama tüm bunlar onun inancını zerre kadar bozmadı. Ve emek onun hep temel yaşam değeri olarak kaldı.
1960’lardan itibaren artık alanı senaryo yazarlığı olmuştu: kalem ustalığını sinema tutkusu ve ideolojjsiyle birleştirerek…Tam 1960 yılında Atıf Yılmaz’ın Dolandırıcılar Şahı’yla başlayan bu çaba, özellikle 27 Mayıs sonrasında, yeni anayasanın da katkısıyla gelişen siyasal sinemamızın kimi önemli filmlerini yarattı: Ertem Göreç’in yönetmenliği altında… Otobüs Yolcuları, ama özellikle Karanlıkta Uyayanlar çok önemli filmlerdi: Tüm o Yeşilçam kalıplarından sıyrılmış, hayatın, hayatlarımızın temel sorunlarına kusursuz bir toplum-birey ilişkisi kurarak yaklaşan, alabildiğine gerçekçi yapımlar.
Bu arada Sokakta Kan Vardı filmini bizzat çekti ve Yılmaz Güney yönetti. İkisi de solculuklarının acılı maceralarından sıyrılıp gelmişlerdi. Kim onlar kadar birbirini anlayabilirdi? Ama o karmakarışık günlerde birlikte çok fazla çalışamadalar. Hayat ikisini de farklı yönlere savurup durdu.
Hoca 70’lerde rahmetli Süreyya Duru ile örnek bir işbirliği yaptı. Aslında biraz da Göreç gibi pek politize olmayan Duru, onun senaryolarıyla birkaç önemli filme imza attı: Bedrana, Kara Çarşaflı Gelin, Güneşli Bataklık, Fatmagül’ün Suçu Ne? Ben ilk Altın Portakal jüriliğimi yaptığım 1974 yılında Bedrana’yı izlediğimde nasıl şok yaşadığmı hatırlıyorum. Ve filme gereken ödülleri verdik.
Hemen ardından roman geldi. Yine 1974 yılında yazılıp hemen Orhan Kemal ödülü alan Bir GünTek Başına, siyasal roman alanında bir zirvedir. Benim gibi 27 Mayıs’ı bizzat yaşamış birçok insan (elbette hiç yaşamamış olanlar da) o olayın gerçek boyutlarını sanki bu kitapta bulduk. Ön plandaki bir avuç kahramanın çok özel hikayelerinin geniş bir toplum panoraması içindeki yerlerini iyice keşfedip kavradık. Ve roman ülkemizde en çok okunan kitapların en önlerine yerleşti, uzun süre de kaldı.
Romancılığı ondan sonra hep sürdü, giderek ön plana geçti. Mavi Karanlık, Tek Kişilik Ölüm, Güven. Ve de Yeşilçam Dedikleri Türkiye.
Kendi adıma, bu sonuncunun tadına birtürlü varamadım. Oysa ana kahramanı büyük ölçüde Yılmaz Güney’den esinlenmiş bir metindi. Ama birçok yanıyla Yımaz da, birçok yanıyla da değildi, hiç değildi. Böylece okurun kafasını iyice karıştırmaya adaydı: acaba yazar bu efsane-kişinin hangi özelliklerini alıyor, hangileriniyse dışlıyor? Bir diğer deyişle, bunu bir Güney’e bakış, bir onu çözümleme çabası kabul edebilir miyiz?
Ben böyle düşündüm ve böyle yazdım. Biraz kırıldı ve aramızdan bir karakedi geçti. Ama çok sürmedi. Öylesine uzun bir geçmişimiz ve ortak anılarımız vardı ki…
Örneğin 1977’deki o ünlü sansürü protesto yürüyüşü. Sağ koalisyonların amansız sansürüne karşı hemen tümüyle birleşen ve İstanbul’dan Ankara’ ya simgesel bir yürüyüş gerçekleştiren sayısız Yeşilçamlı’nın arasında bizler de vardık. O konunun siyasal özünü anlatan konuşmalar yapıyordu, bense bol bol resim çekiyordum. Sevgili eşi, artık merhume Merih hanım da yanıbaşındaydı. Üç gün boyunca yürüdük, siyasetin yanısıra oyunlar oynadık, danslar yaptık.
Yakın yıllarda nadiren karşılaşıyorduk. Bunlardan biri MKM sahnesinde bir onur ödülü aldığı Sadri Alışık ödülleri töreniydi. Ve artık zar-zor konuşuyordu. Yine de görece olarak iyiydi ve zaman zaman yeni roman haberleri bile çıkıyordu.
Ve sonra birden gelen o kara haber… Çocukları sevgili Deniz Türkali ve Barış Pirhasan’a içten başsağlığı dilerken, Vedat Türkali’nin sanatımıza verdiği büyük hizmetin hep anılacağı ve o değerinin hep bilineceği konusundaki inancımı belirtmek istiyorum. Bir kez daha...