29 Ekim 2014

Validebağ, Hababam Sınıfı, Haydarpaşa ve başka şeyler

Niçin örnek olarak kutsal Kabe’yi gökdelenlerle çeviren Suudi’yi ve ‘yüksek, daha yüksek’ diyen, zaten geçmişsiz Dubai’yi örnek aldınız?

Günümüz Türkiye’sinde ülkenin doğal, tarihsel, arkeolojik, folklorik vs. demeden ülkenin tüm zenginliklerini, giderek bizi biz yapan her şeyi ranta dönüştürmek, ‘paraya tahvil etmek’ ve birilerine ekmek çıkarmak ilkesi öylesine benimsendi ki, bundan çok ayrıcalıklı olan ve olması gereken yerler bile nasibini alıyor.

Son bir Danıştay kararı, sayısı zaten uygar ülkelere kıyasla çok az olan “milli park’ alanlarımızı belki kurtardı. Ancak ne zamana kadar? Bu millette bu iştah varken ve toprağı sözümona imar değişiklikleri, yukardan gelen buyruklar ve bilimdışı kararlarla çabucak servete dönüştürmek dururken... Bu kararların, Danıştay’dan bile gelse güvencesi yok.

Son günlerin bir trajikomedisi ise Üsküdar Validebağ’da oluyor. Gözlerimizin önünde oynanan acıklı bir Karagöz-Hacivat güldürüsü gibi... Birinci derecede sit alanı olan ve bu niteliğiyle aynen milli parklar statüsünde bulunan ünlü Validebağ korusu, kıyısından-kenarından kemirilmeye çalışılıyor. Nedir yapılmak istenen? Bir otopark. Ve de bir cami.

 

Otopark denen ve aslında elbette gerekli olan satıhları kentin boş ve yeşil alanlarına yapmak, zaten temelden yanlış bir şey. Bunlar zaten imara açık ve yoğun yerleşme içeren yerlerde, zemin ya da toprak altı seviyelerde planlanıp yapılmalı. Kimi zaman ise tüm bir yapı otopark olarak yapılabilir. Ve maksat kazanmaksa, o da hayli para getirir!...

 

Cami mi, yeşil alan mı ikilemi

Cami ise tehlikeli bir konu. Çünkü bu eleştirenin sırtına hemen ‘din düşmanı’ etiketini getirip konduruyor. Oysa cami de bir toplumsal ihtiyaçtır ve gereken yerlere yapılmalıdır. Ama bu yerler nedense hep Göztepe parkı, Çamlıca tepesi veya Validebağ korusu gibi bu kentin geçmişinden süzülüp gelmiş yeşil alanlar ve kent tarihiyle bütünleşmiş rekreasyon mekanları oluyor.

 

Oysa o yeşil alanların, o parkların, o gezi ve oyun sahalarının da insanlar için çok gerekli olduğu açık değil mi? Namazını ifa etmek kadar çoluk-çocuk gezinip nefes almak ya da deprem vb. toplumsal felaketlerde biraraya gelebilecek biryer bulmak da önemli değil mi? Biri için öbürünü feda etmek şart mıdır?

 

Başucumuza asılacak sözler

Öyle olmadığı bir yetkili tarafından en açık sözlerle açıklandı. O yetkili ne yazık ki başbakan, bir bakan veya bir politikacı değil, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez idi. Görmez çok açık biçimde şöyle dedi: “Bir yanda bir mescit inşa etmek isteyenler. Öbür yanda ‘ağaçlar kesilmesin’ diye gösteri yapanlar. Bu bize yakışmıyor. İbadet sevgisi ile tabiat sevgisi karşıkarşıya gelecek sevgiler değildir”.

İşte başucumuza asmamız gereken sözler. Gerçekten de Allah sevgisiyle doğa sevgisi illa da karşıkarşıya getirilmesi gereken sevgiler midir? O beceriksiz belediye başkanı, gelip bu sonuca ulaşan yanlış tutumuyla açık bir bölücülük yapmakta değil midir? Hele Mehmet Tezkan’ın hatırlattığı gibi Peygamber’imizin “yeryüzü bize mesçit kılınmıştır” sözü var iken? Yani hıristiyanlığın tersine, gerçek Müslüman için namazını ve duasını her yerde, her mekânda yapabilmek imkânı kutsal metinlerle mümkün ve mübah kılınmış iken?

 

Başkadı, başbölücü...

Ama elbette ‘baş yetkili’ böyle düşünmeyecek ve böyle davranmayacaktır. Ve ülkenin en büyüğünden en küçüğüne tüm sorunlarının kendisine sorulmasını isteyen ve hepsine çare ve cevap üretmeye hazır bir Başkadı edasıyla fikrini söyleyecek ve bir haftayı aşkın süredir o inşaat hazırlığını protesto edenler için “onlar sanırım cami istemeyen bir azınlık” teşhisini koyacaktır.

O protestoyu yapanların, TV’lerde gördük, çok büyük çoğunluğuyla Gezi Olayları’nın prototipi olan öfkeli gençler değil, yaşlı-başlı insanlar olması, yine çokluk kadınlardan oluşması ve hedeflerinin o yeşil alana beton sokmak isteyenler olması, Başkadı’yı hiç etkilememiştir. Eski Fazilet Partili Ali Müfit Gürtuna’nın “çevrede yeterince cami var, çoğu da boş” demesi ya da Melih Aşık’ın köşesinde “Çamlıca’ya yapılan dev caminin on dakikalık mesafede olduğunu” hatırlatması de önemli değildir.

Onun için önemli olan, elbette AKP’li belediye başkanının inatçı tutumunu savunmak ve bu vesileyle, bir kez daha “bizden olanlar-olmayanlar” ayrımını yapmaktır. O bu küçük fırsatı bile, bir kereliğine olsun, iki tarafı birleştirmek, barıştırmak için kullanmayı düşünmemiştir ve de asla düşünmeyecektir. Aralarında 80’ini aşmış insanların da bulunduğu o grubu günlerdir oralara sevkeden o doğa ve İstanbul sevgisini de asla anlamayacaktır. O ezeli ve ebedi bölücüdür ve hep öyle kalacak,  herkesin, hepimizin başkanı olmaya heves bile etmeyecektir.

Allahtan yine insaflı davranmış ve Validebağ’ın arkasında da faiz lobisi, dış mihraklar, İsrail veya Pennsylvania’yı aramamıştır!..Evet, Kılıçdaroğlu’nun tavrı doğrudur: bugünkü kabul töreni için, kendisini halkın en azından yarısından böylesine soyutlayan ve ona nefretini her fırsatta dil egetiren bir başkanın Aksaray’ına gitmemek en iyi tavır ve protesto biçimidir.

 

Rifat Ilgaz ve Hababam Sınıfı’nı bile sevmemek

Validebağ’ın gündeme getirdiği bir başka sorun daha var. Zaman gazetesinin yarım sayfalık haber-yorumuna Hatıralarımıza Dokunmayın diye başlık atması boşuna değil. Çünkü o koru, başından beri ünlü Hababam Sınıfı’nın mekanı olarak kullanılmış. Koruda birçok sahne çekilmiş: Şener Şen’in attan düştüğü, piknikte otobüsün önüne inek çıktığı ve Kemal Sunal’ın onu ikna ettiği (!) sahneler örneğin... Kimbilir kaç kuşağı güldüren, ortak belleğimizin en güzel anıları arasına yerleşen sahneler... İnek Şaban, Güdük Necmi, Badi Ekrem, Damat Ferit ve diğerleriyle birlikte...

Kılıçdaroğlu’nun kültür mevsimni açış davetinde karşılaştığım Aydın Ilgaz, babası ünlü yazar, Hababam Sınıfı’nın da yaratıcısı Rifat Ilgaz’ın vaktiyle yattığı Verem Hastanesi’nin (Prevantoryum), Hababam Sınıfı’nda okul olarak kullanılan bina olduğunu söylüyor. Filmcilere o binayı kullanmayı da bizzat Rifat Hoca önermiş.

Peki, tüm bunlara da mı saygı duymuyorsunuz? Bu halkın ortak nesi varsa illa da yağmaya kurban mı edilecek? Hababam Sınıfı filmlerinin hayatta kalmış emektarlarının biraraya gelip tam 13 bin imza toplaması da sizi etkilemiyor mu?

 

Siz nereden çıkıp geldiniz kuzum?

Anlaşılıyor ki etkilemiyor. Hababam Sınıfı’nın mekanlarına kıyacaksınız.  İçinde Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları’ndan en son Çağan Irmak’ın Unutursam Fısılda’sına dek onca unutulmaz filmin çekildiği o Haydarpaşa denen anıt-binayı haraç-mezat satacaksınız. İstanbul’da tiyatro ve operanın yuvası olmuş AKM’yi gözümüzün önünde çürümeye bırakacaksınız. Ve daha bunun gibi birsürü şey yapacaksınız. 

Kuzum siz hangi Arabistan çölünden, hangi şeriat ülkesinden, hangi yobazlar diyarından gelip aramıza karıştınız? Niçin örnek olarak herşeyi koruyan Batı’yı değil de kutsal Kabe’yi gökdelenlerle çeviren Suudi’yi ve ‘yüksek, daha yüksek’ diyen, zaten geçmişsiz Dubai’yi örnek aldınız?

Ve ortak değerlerimize böylesine saldırma hakkını nasıl elde ettiniz?

 

Yazarın Diğer Yazıları

En görkemli ve etkili aşk filmlerinden biri

İki baş oyuncusu, Andrew Garfield ve Florence Pugh inanılması zor bir başarıyla bu görkemli melodramı sırtlanmışlar. Garfield ayni fiziğiyle son derece etkileyici olurken, Pugh bir kadın için zor biçimde, fiziğini ve özellikle yüzünü öylesine değişimlere açıyor ki…

Bir gerilim filminin sürprizler içeren devamı

Ana teması ‘starlar ve fanları’ olarak düşünülebilir. Ama belki asıl teması tam bir çöküş ve çıldırma öyküsü olması... Her şeye sahip bir ‘star’ın önlenemez dramı... Ya da fantastik bir dehşet filmi de denebilir. Kanı biraz aşırı bol...

Özel bir kahramanın son ve en şaşırtıcı filmi

Asıl tema belki de şudur: Arthur Fleck tam anlamıyla iki yüzlü bir adamdır. Sanki korku klasiği Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi... O sanki kötülükle iyilik arasında sıkışıp kalmıştır

"
"