02 Kasım 2018

Bir rock kralının görkemli ve hüzünlü hikâyesi

Kim ne derse desin, siz bu filmi görün!

LAUREL İLE HARDY
X  X  X
(Stan & Ollie)

Yönetmen: Jon S. Baird
Senaryo: Jeff Pope
Görüntü: Laurie Rose
Müzik: Rolfe Kent
Oyuncular: Steve Coogan, John C. Reilly, Shirley Henderson, Nina Arianda, Rufus Jones, Danny Huston

ABD-İngiltere yapımı

Evet, Türkçesiyle Lorel ve Hardi. Sinema tarihinin kuşkusuz en ünlü komik ikilisi. Tam bir tarih yazmaya girişmeyeceğim. Ama İngiliz Stan Laurel (1890- 1965) ve Amerikalı Oliver Hardy’nin (1892- 1957) sessiz sinema Hollywood’unda, 1910’larda tek başlarına olarak başlayan ve 1926’dan itibaren ikiliye dönüşen çabaları ve tam 102 filmle, sinemanın en uzun süren, en verimli, en unutulmaz komik çifti olduğu kesindir.

Ve bizlerin bile çocukluğumuzda yetiştiğimiz bu filmler, adına komedi sanatı denen şeyin temellerine harç koymuştur. Elbette Charlie Chaplin (Şarlo), Buster Keaton, Harold Lloyd vb. benzeri dev komedyenlerin yanısıra...Ve de sonraki yıllarda gelen ünlü komedi ikililerinin: Bud Abbott ve Lou Costello (İki Açıkgözler) ya da Jerry Lewis ve Dean Martin- Canciğer Kardeşler gibi.  

Ama Lorel-Hardi başkadır. Şişman Hardy hep sakar, beceriksiz, sarsak ve panik-atak haliyle komedinin asıl özünü verir gibi gözükse de, zayıf Lorel hep ağlamak üzere gibi gözüktüğü ve sık sık gerçekten de ağladığı oyunuyla az patetik değildir!.. Üstelik o tüm metinleri de yazan, ikilinin gerçek yaratıcısıdır. Böylece ikili durum komedisinden karakter çatışmasına, kaba şakalardan ince esprilere birçok güldürü ögesini alıp harman eder. Ve bizi mutlu etmeyi başarır.

1937 yılında, ikili zirvedeyken açılan film, sanatçıların kimi özel sorunlarını deşiyor. Evliliklerinden mali durumlarına, yapımcıları Hal Roach’dan yakınmalarından yeni projelerine... Bu arada dönemin kimi kadın starlarından söz ediliyor: Myrna Loy’dan Carole Lombard’a...Ve bir an onları da perdede göreceğiniz parlak bir Hollywood tasviri bekler oluyorsunuz.

Ama sonra birden 1952 yılına geçiliyor. İkili bir İngiltere turnesindedir: İrlanda’yı da içeren... Artık iniş yılları başlamıştır, eski büyüleri kalmamıştır. Bu bir veda turnesi olacaktır. Eski hayranları salonları belli ölçüde doldursa da, nostalji hala geçerli bir sözcük olsa da...Çünkü yeni bir film sözü veren yapımcı gözükmeyecektir, yapılan vaatler tutulmayacaktır.

Ayrıca ortalıkta insanları güldüren yeni isimler vardır. İngiltere’de Norman Wisdom. ABD’de Bob Hope, Danny Kaye.  ‘Düo’ olarak olarak da İki Açıkgözler....Ayrıca zaten şişman Ollie’nin sağlık sorunları da giderek artacaktır.

Filmde elbette parlak yılların eksikliği hissediliyor. Ve belli bir düş kırıklığı yaratıyor. Ama bu doğal, çünkü film 'A.J.' Marriot adlı yazarın Laurel-Hardy’nin İngiltere Turu adlı kitabından alınmış. Ve amacı komple bir biyografi yapmak değil, bu ikiliyi çok kritik bir dönemlerinde yakalayıp biraz tanımak.

O amaç gerçekleşiyor. Ve biyografinin moda olduğu şu dönemde, bu belki hepsinin en mütevazisi olan film seyirciyi yüreğinden yakalıyor. Öbürleri kadar büyük bütçeli ve iddialı olmasa da...

Bunda birçok şeyin rolü var. Öncelikle oyuncuların seçimi. Bir dönemin tanınmış İngiliz oyuncusu Steve Coogan’ın Laurel’i ve de yetenekli Amerikan karakter oyuncusu John C. Reilly’nin Hardy’si kusursuz. Hele Reilly’nin ‘şişmanlatılması’ tam bir başarı. (Her çekim günü 4 saatlik makyaj pahasına!...). Eşlerde Shirley Henderson ve Nina Arianda, yapımcı Hal Roach’da büyük yönetmen John Huston’un oğlu, bir dönemin karakter oyuncusu Danny Huston da çok iyi.

Ayrıca özellikle sahnedeki komedi bölümleri az, ama öz. ‘Gag’lar iyi tasarlanmış, espriler iyi yazılmış. Ve bize ikilinin güldürme yeteneğinin ruhunu veriyor. Hikâyelerinde gizli melankoli duygusuyla birlikte..  

Demek ki, özellikle has sinemaseverler için...


Yarın: YESTERDAY

 

 

 

 

 

Fox filmi

 

Queen grubunu hatırlamamak mümkün mü? Hele o Bohemian Rhapsody parçasını... Ritmi sürekli değişen, sözleri Galileo’dan Figaro’ya ünlü isimler, hatta Bismillah sözcüğünü de içeren, kimi zaman bir koronun ya da solistin opera izlenimi veren yorumlarını da altı dakikalık süresine katan meydan okuyucu, sanki deneysel bir pop zirvesi.

İşte film bu parçadan, onu söyleyen1970-80’lerin ünlü grubu Queen’den ve onun unutulmayan solisti Freddie Mercury’den yola çıkıyor. 1970 yılında açılan film henüz Mercury soyadını almamış emekçi Faruk’u (asıl adı) karşımıza getiriyor. Hindistan’ın Parsi halkından ve Zerdüşt inançlı, tutucu bir ailesi var. Özellikle oğluna durmadan erdemli bir hayat öneren baba...

Ve Freddie hep Paki diye çağrılıyor, çünkü İngilizler onu Pakistanlı sanıyor. Ünlü İngiliz gruplarının en parlak döneminin geride kaldığı sanılan bir zamanda Freddie, zaten varolan bir gruba solist olarak katılıyor. Ve Queen doğuyor. Grup Freddie’nin olağanüstü sesine eklenen müthiş sahne şovuyla büyük ün yapıyor. Önce ABD fethediliyor, sonra tüm dünyayı kapsayan turneler yapılıyor. Ve gerisi geliyor. 

Film öncelikle 70’li yılları ve özellikle Londra’yı her şeyiyle görkemli biçimde canlandırıyor. Queen grubu ise gitarcı Brian May (Gwylim Lee), basçı John Deacan (Joseph Mazzello) ve davulcu Roger Taylor’la (Ben Hardy) birlikte  sanki yeniden hayat buluyor. Her şeyin Teorisi, En Karanlık Saat gibi önemli filmlerin yazarı olarak bilinen Anthony McCarten’in özenli senaryosu, en çok Olağan Şüpheliler, Operasyon Walkyrie, X-Men serisi gibi önemli filmleriyle hatırlanan Bryan Singer’in akıcı yönetimiyle perdede görselleşiyor.

Mercury son derece kendine özgü bir kişilik. Bir müzik dehası, ama sayısız zaafı da var. Kendini biseksüel saysa da aslında eşcinsel. Peşine düşerek tavlayıp evlendiği Mary’yi (Lucy Boynton) gerçekten seviyor. Belki daha çok ona ihtiyacı var. Ama aslında gözü hep erkeklerde...  Yakınındakilerle iki büyük ilişkisini gördüğümüz gibi, uzaktan ‘tuvalet maceraları’na bile tanık oluyoruz!..

Ve o dönemin müzik endüstrisinin içyüzü, patron-işçi, sermaye-sanat, müzisyen-menejer ilişkileri gösterişli biçimde karşımıza geliyor. Karmaşık ve patetik entrikalar olarak...

Ama aslında bu elbette bir müzik filmi. Ne raslantıdır ki Bir Yıldız Doğuyor ve Müslüm filmlerinden hemen sonra geliyor. Ve sanki bu türe olan sevgimizi ve inancımızı pekiştiriyor.

Gerçi farklı filmler. İlki bir hikayeye ve country-pop  türlerine dayalı. Müslüm, malum, arabesk’e yaslanan bir biyografi. Bu filmse rock’a dayalı bir diğer biyografi. Benim için çok farkı yok: tüm türlere gönül kapılarını açmış bir müzik sevdalısı olarak...

Önemli olan elbette sinema...Bu açıdan, bu filmin bir adım öne geçtiği sanırım söylenebilir. Tüm müzikal bölümler, ister konser, ister esin ve besteleme, isterse prova, yoğun bir müzik duygusu ve onu en iyi biçimde veren bir sinema başarısı içeriyor.

Ama Wembley konserini bir kenara koyun. İngiltere’nin bu ünlü stadyumu, 90 bin kişilik  kapasitesiyle bir dönemin en büyüklerindendi.1985 yılında, Freddie yüzünden ayrılan grup yine onun çabasıyla birleşmiş ve orada, Bob Geldof’un öncülüğüyle AİDS’le savaş için düzenlenen Live Aid konserlerinde en ünlü gruplarla bir araya gelip çalmıştı.

O bölüm, benim uzun sinema yaşamımda gördüğüm en  etkileyici, en parlak konser sahnesi. Kendinizi o görkemli kitlenin içinde hissettiğiniz; We Will Rock You, We Are The Champions, Another One Bites the Dust vb. klasikleri dinlerken perdedeki sinema olayına da parmak ısırdığınız bir bölüm. Bu arada Wembley’in 2003’de yıkılıp yeniden yapılmış olduğunu da ekleyeyim.

Ve başroldeki Rami Malek. Mısır kökenli ortodoks bir aileden gelen ve Bay Robot adlı dizsiyle üne kavuşmuş Amerikalı bir oyuncu. Bu rol için düşünülen Sacha Baron Cohen’in yerine son dakikada alınmış.

Gerçi sahici Mercury daha yakışıklı, daha erkekçe duruyor. Ama Malek öylesine iyi oynamış...Freddie’nin ‘vücut dili’ni öylesine iyi taklit etmiş...Ve onun gerçek sesini kullanan filmin tüm müzikli sahnelerinde ağzını ve yüzünü öyle iyi kullanmış ki...Sanki söyleyen gerçekten o...

Ve de o yılların birçok ünlüsü gibi AİDS olduğunu anladığı bölümlerde öylesine mahzun, öylesine içburucu ki....Oscar ödüllerinde önde gelen bir aday olacağı kesin. 

Bir nokta daha... Yakın zamanda bir başka film için de  olmuştu. Baktığım sinema sitesi IMDB’de, profesyonel eleştirmenlerin büyük çoğunluğu filme pek yüz vermemiş. Ama sinemasever okurlar ittifak halinde bayılmış. Bu kez gönlümün –aklımın da!- tümüyle okurlardan yana olduğunu söylemeliyim.

Kısacası: bizde de kim ne derse desin. Siz bu filmi görün. Müzikle asgari bir ilişkiniz varsa elbette...

 

Yarın: CLİMAX

Not: Haftanın ilginç Türk filmi İYİ OYUN eleştirim ortakoltuk.com sitesinde. 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Politikanın içinde farklı konulara da değinmek

Digiturk’te Accused ve diğer diziler, Oksijen’in büyük başarısı ve başka şeyler

Kendine özgü bir kara komedi ve şiddet sergilemesi

İnsan bedenine yapılan ve yapılabilecek her türlü işkencenin bile etkilemediği bir direnç kazanır Nathan... Artık perde bir korku tiyatrosu haline gelmiştir. En sabırlı seyirciyi bile isyan ettirecek kadar…

Son günlerde bu ülkede yaşamak ne kadar zorlaştı!

Bahçeli Bey şöyle diyor: “Yargıya saygı duy, partinde otur.” Özel’in yanıtı: “Milletin sesini duy, darbeye karşı dur.” Hangisini tercih edersiniz?

"
"