02 Kasım 2018

Bir rock kralının görkemli ve hüzünlü hikâyesi

Kim ne derse desin, siz bu filmi görün!

 

PRESTİJ MESELESİ 

X  X  X

Yönetim ve senaryo: Mahsun Kırmızıgül
Görüntü: Ersan Çapan
Müzik: Yıldıray Gürgen
Oyuncular: Engin Hepileri, Eser Yenenler, Mahmut Kırmızıgül, Ali Erkin Acır, Onur Gözeten, Şebnem Bozoklu, Erhan Petekkaya, Erdal Özyağcılar, Ali Sürmeli, Zafer Ergin, Melek Baykal, Melisa Döngel, Aslıhan Güner, Defne Samyeli, Bülent Emrah Parlak, Nursel Köse, Meral Çetinkaya, Biran Damla Yılmaz, Ece Yaşar

Boyut Film, 2023

 

Mahsun Kırmızıgül... Benim hayatıma da karışmış ve en azından bir dönemde yakın dost olduğum kendine özgü kişilik... Çok iyi bir şarkıcı; enfes bir sesi olan... Ama ayni zamanda sinemaya da merak sarmış; 7 film ve bir TV dizisi yönetmiş, birkaç filmde oynamış önemli bir sanatçı.

 2007’den itibaren yaptığı filmleri ne kadar sevmiştim... Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm çok farklı açılardan bayıldığım filmler olmuştu. Bu da bizi bir araya getirmiş, ev ziyaretinden Boğaz yemeklerine buluşmuştuk. Sonraki filmlerini görece olarak daha az iyi bulmuştum. Ve böylece dostluk da bitmişti!...

Yeni kitabım, Mart ayında çıkacak olan Övgüler, Sevgiler, Atışmalar’da onu yine çok anıyorum. Ama şimdilik sinemaya dönüşünü ve bu filmi karşımıza getirişini kutlayalım. Ve film üzerinde gereğince durmaya çalışalım.

 Aslında film benim için daha baştan çok çekici. Öncelikle temelde bir müzik filmi bu. Hem de bizim popüler müziğimizin üç  önemli sesinin öyküsü: Mahsun, ama ayni zamanda Özcan Deniz ve Haluk Levent. Ayrıca da filme dekor olan o Unkapanı’ndaki Plakçılar Çarşısı benim hayatımda da nasıl büyük rol oynamıştır... Gençliğimde oraya gider, piyasaya çıkan kaset, albüm ve 45’likleri daha ucuza almaya çalışırdım. Sonradan sinema merakımızı da tatmin eder olmuştu: Betamax vb. teknolojiyle çıkan filmleri de oradan alırdık.

Ama film yalnızca bu ilginç dekoru canlandırmakla kalmıyor. Zaten bu daha önce de yapılmıştı: 2004 yılında Ezel Akay’ın Neredesin Firuze? filmiyle... O film o zamanki bir başka deyişle ‘İMÇ- İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nda dönen müzik- kaset piyasasına eğilen bir filmdi. Çok beğenmiş ve filmi on yıl sonra çıkan 100 Yılın 100 Türk Filmi kitabıma almıştım. 

Ama bu yeni film işe daha geniş bir çerçeveden bakıyor. Dönemin eğlence hayatı da çok iyi veriliyor. Öncelikle o ünlü pavyonlar, gazinolar, kadınların gece yaşamına büyük katkısı... Çok güzel sunulmuş, en güzel manzaralarıyla çok iyi kullanılmış bir İstanbul... Ve onun üzerinde, açılıştaki güzel deyişle: Gerçek Bir Umut Hikayesi...

Ve orada özellikle üç büyük müzik insanının yaşamı üzerine neredeyse bir belgesel: Mahsun, Özcan ve Haluk... Ayrıca dönemin kadın ünlülerinden başta Jale kimi adlar da var. Ama yine de hikâyenin odağında bir başka isim gözüküyor: dönemin ilginç tüccarı ve yetenek avcısı Hilmi Topaloğlu ve onun biraz karmaşık aile hayatı... Bu tam bir kilit- rol. Ve hemen söyleyelim: Engin Hepileri onu müthiş bir kompozisyonla canlandırmışHemen yanı başında kavgacı, ama sempatik ortağında da Eser Yenenler var.

Ama yine de gözlerimiz kadar kulaklarımız da o ünlü üç seste. Almanya’da kariyer yapmaya çalışırken, Hilmi Topaloğlu’nun telefonda sesini dinlediği ve hayran kalarak alel-acele buraya getirttiği  Özcan Deniz... Dönemin gencecik ve rock eğilimli sahne sanatçısı Haluk Levent... Ve de arayış içinde sanki en zor yol alan Mahsun Kırmızıgül. Doğrusu hepsi de çok iyi oynanmış: Özcan Deniz’de Onur Gözeten, Haluk Levent’te Ali Erkin Acır ve de Mahsun'da oğlu Mahmut Kırmızıgül. Onların medya ve özellikle TV dünyasıyla ilişkileri de çok öğretici... Ama ben en çok konser bölümlerindeki seslerine şaşırdım. Öylesine gür ve otantik çıkıyor ki... Ancak asıl  sanatçıların kayıtlarına başvurulduysa böyle olabilir. Acaba öyle mi? Öyleyse, bu uyum nasıl böylesine kusursuz biçimde sağlanmış?...

 

Sonuç olarak bu kendi alanında ve çapında çok hoş bir film. Ülkemizin müzikal geçmişine sağlam bir bakış atarken, toplumsal tarihine de eğiliyor. Ve bizlere o dönemin, özellikle 90’lı yılların bir panoramasını sunuyorHilmi Topaloğlu’nun 2003 yılındaki erken ölümü, Prestij Müzik’in hemen hemen sonu oluyor. Bu film sayesinde o pavyonlar kadar o konserleri, o İstanbul güzelliği kadar o çılgın kalabalıkları da kolay kolay unutmayacağız. Ve ben, kendi açımdan sevgili Mahsun’a gönül dolusu teşekkürlerimi yolluyorum. 


Pazartesi:  KULÜBEYE TIKLAT


  

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

Fox filmi

 

Queen grubunu hatırlamamak mümkün mü? Hele o Bohemian Rhapsody parçasını... Ritmi sürekli değişen, sözleri Galileo’dan Figaro’ya ünlü isimler, hatta Bismillah sözcüğünü de içeren, kimi zaman bir koronun ya da solistin opera izlenimi veren yorumlarını da altı dakikalık süresine katan meydan okuyucu, sanki deneysel bir pop zirvesi.

İşte film bu parçadan, onu söyleyen1970-80’lerin ünlü grubu Queen’den ve onun unutulmayan solisti Freddie Mercury’den yola çıkıyor. 1970 yılında açılan film henüz Mercury soyadını almamış emekçi Faruk’u (asıl adı) karşımıza getiriyor. Hindistan’ın Parsi halkından ve Zerdüşt inançlı, tutucu bir ailesi var. Özellikle oğluna durmadan erdemli bir hayat öneren baba...

Ve Freddie hep Paki diye çağrılıyor, çünkü İngilizler onu Pakistanlı sanıyor. Ünlü İngiliz gruplarının en parlak döneminin geride kaldığı sanılan bir zamanda Freddie, zaten varolan bir gruba solist olarak katılıyor. Ve Queen doğuyor. Grup Freddie’nin olağanüstü sesine eklenen müthiş sahne şovuyla büyük ün yapıyor. Önce ABD fethediliyor, sonra tüm dünyayı kapsayan turneler yapılıyor. Ve gerisi geliyor. 

Film öncelikle 70’li yılları ve özellikle Londra’yı her şeyiyle görkemli biçimde canlandırıyor. Queen grubu ise gitarcı Brian May (Gwylim Lee), basçı John Deacan (Joseph Mazzello) ve davulcu Roger Taylor’la (Ben Hardy) birlikte  sanki yeniden hayat buluyor. Her şeyin Teorisi, En Karanlık Saat gibi önemli filmlerin yazarı olarak bilinen Anthony McCarten’in özenli senaryosu, en çok Olağan Şüpheliler, Operasyon Walkyrie, X-Men serisi gibi önemli filmleriyle hatırlanan Bryan Singer’in akıcı yönetimiyle perdede görselleşiyor.

Mercury son derece kendine özgü bir kişilik. Bir müzik dehası, ama sayısız zaafı da var. Kendini biseksüel saysa da aslında eşcinsel. Peşine düşerek tavlayıp evlendiği Mary’yi (Lucy Boynton) gerçekten seviyor. Belki daha çok ona ihtiyacı var. Ama aslında gözü hep erkeklerde...  Yakınındakilerle iki büyük ilişkisini gördüğümüz gibi, uzaktan ‘tuvalet maceraları’na bile tanık oluyoruz!..

Ve o dönemin müzik endüstrisinin içyüzü, patron-işçi, sermaye-sanat, müzisyen-menejer ilişkileri gösterişli biçimde karşımıza geliyor. Karmaşık ve patetik entrikalar olarak...

Ama aslında bu elbette bir müzik filmi. Ne raslantıdır ki Bir Yıldız Doğuyor ve Müslüm filmlerinden hemen sonra geliyor. Ve sanki bu türe olan sevgimizi ve inancımızı pekiştiriyor.

Gerçi farklı filmler. İlki bir hikayeye ve country-pop  türlerine dayalı. Müslüm, malum, arabesk’e yaslanan bir biyografi. Bu filmse rock’a dayalı bir diğer biyografi. Benim için çok farkı yok: tüm türlere gönül kapılarını açmış bir müzik sevdalısı olarak...

Önemli olan elbette sinema...Bu açıdan, bu filmin bir adım öne geçtiği sanırım söylenebilir. Tüm müzikal bölümler, ister konser, ister esin ve besteleme, isterse prova, yoğun bir müzik duygusu ve onu en iyi biçimde veren bir sinema başarısı içeriyor.

Ama Wembley konserini bir kenara koyun. İngiltere’nin bu ünlü stadyumu, 90 bin kişilik  kapasitesiyle bir dönemin en büyüklerindendi.1985 yılında, Freddie yüzünden ayrılan grup yine onun çabasıyla birleşmiş ve orada, Bob Geldof’un öncülüğüyle AİDS’le savaş için düzenlenen Live Aid konserlerinde en ünlü gruplarla bir araya gelip çalmıştı.

O bölüm, benim uzun sinema yaşamımda gördüğüm en  etkileyici, en parlak konser sahnesi. Kendinizi o görkemli kitlenin içinde hissettiğiniz; We Will Rock You, We Are The Champions, Another One Bites the Dust vb. klasikleri dinlerken perdedeki sinema olayına da parmak ısırdığınız bir bölüm. Bu arada Wembley’in 2003’de yıkılıp yeniden yapılmış olduğunu da ekleyeyim.

Ve başroldeki Rami Malek. Mısır kökenli ortodoks bir aileden gelen ve Bay Robot adlı dizsiyle üne kavuşmuş Amerikalı bir oyuncu. Bu rol için düşünülen Sacha Baron Cohen’in yerine son dakikada alınmış.

Gerçi sahici Mercury daha yakışıklı, daha erkekçe duruyor. Ama Malek öylesine iyi oynamış...Freddie’nin ‘vücut dili’ni öylesine iyi taklit etmiş...Ve onun gerçek sesini kullanan filmin tüm müzikli sahnelerinde ağzını ve yüzünü öyle iyi kullanmış ki...Sanki söyleyen gerçekten o...

Ve de o yılların birçok ünlüsü gibi AİDS olduğunu anladığı bölümlerde öylesine mahzun, öylesine içburucu ki....Oscar ödüllerinde önde gelen bir aday olacağı kesin. 

Bir nokta daha... Yakın zamanda bir başka film için de  olmuştu. Baktığım sinema sitesi IMDB’de, profesyonel eleştirmenlerin büyük çoğunluğu filme pek yüz vermemiş. Ama sinemasever okurlar ittifak halinde bayılmış. Bu kez gönlümün –aklımın da!- tümüyle okurlardan yana olduğunu söylemeliyim.

Kısacası: bizde de kim ne derse desin. Siz bu filmi görün. Müzikle asgari bir ilişkiniz varsa elbette...

 

Yarın: CLİMAX

Not: Haftanın ilginç Türk filmi İYİ OYUN eleştirim ortakoltuk.com sitesinde. 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Politikanın içinde farklı konulara da değinmek

Digiturk’te Accused ve diğer diziler, Oksijen’in büyük başarısı ve başka şeyler

Kendine özgü bir kara komedi ve şiddet sergilemesi

İnsan bedenine yapılan ve yapılabilecek her türlü işkencenin bile etkilemediği bir direnç kazanır Nathan... Artık perde bir korku tiyatrosu haline gelmiştir. En sabırlı seyirciyi bile isyan ettirecek kadar…

Son günlerde bu ülkede yaşamak ne kadar zorlaştı!

Bahçeli Bey şöyle diyor: “Yargıya saygı duy, partinde otur.” Özel’in yanıtı: “Milletin sesini duy, darbeye karşı dur.” Hangisini tercih edersiniz?

"
"