28 Haziran 2024

Tüm kadınlara adanmış müstesna bir film

Bir ortak çocuğu paylaşamayan ayrılmış bir çift... İran'a dönmek ya da dönmemek ikilemi... Simba'dan Samani helvasına veya zerdeli pilava unutulmayan ağız tadımları... Alabildiğine feminist bir bakış; çağımızda hâlâ süregelen kadın düşmanlığına iç burucu bir yaklaşım

ŞEYDA

X X X

(Shayda)

Yönetim ve senaryo: Noora Niasari
Görüntü:
Sherwin Akbarzadeh
Oyuncular: Zar Amir Ebrahimi, Jillian Nguyen, Leah Purcell, Mojean Aria, Lucinda Armstrong Hall, Rina Mousavi, Osamah Zami, Eve Morey, Liam MacCarthy, Selina Zahednia, Jerome Meyer, Luka Sero

İran- Avustralya- Alman ortak yapımı, 2024

 

İşte karşınızda farklı kültürlerden gelen, her şeyiyle belli bir özgünlük taşıyan bir film... Biraz uzun ve görece olarak yavaş olabilir. Ama kadın hakları ve sorunlarını ustaca deşen bu filmin özellikle hanımlara hitap ettiği de yadsınamaz.

İran kökenli Avustralyalı kadın sanatçı Noora Niasari'nin bu ilk filmi, ABD'de Sundance festivalinde prömiyerini yapmış, Avustralya'nın Melbourne uluslarası festivalinin de açılışında gösterilmiş bir film. Bu iki uzak kültürün birleşmesi filmin en ilginç yanlarından biri.

Temelde bir aşk hikâyesi bu... Ama bildiğimiz aşklardan değil... Bir anneyle sadece altı yaşındaki küçük kızının inanılmaz sevgisi, bağlılığı... Kaderin İran'dan Avustralya'ya attığı ailede, kocası Hossein (ama isterseniz biz Hüseyin diyealim); evet, Hüseyin Avustralya'da tıp okuyup doktor olmak ve sonra anavatanına dönmek arzusunda... Ama öylesine sert ve maço bir karakteri var ki, karısı ona karşı boşanma davası açmış. Ve kızı Mona'yla birlikte bir Kadın Sığınma Evi'ne geçmişler. Başında nazik bayan Joyce'un bulunduğu bir koruma kurumu... Shayda'nın -ki ona da gelin daha iyi Türkçe olarak Şeyda diyelim; ki zaten filmin adı da öyle olmuş- daha filmin başında beliren bir korkuya sahip: hain kocasının küçük kızını alıp Tahran'a dönmesi... Tam o sırada Fars kültürünün değişmezlerinden ve yeni yılı kutlama seremonisi olan Nevruz'un zamanı olmasın mı? 

Ama Hüseyin gerçekten de son derece kötücül biridir. Yıllar sonra, üstelik ayrılmak üzere olduğu karısına bir tecavüzü vardır ki, gözünüzden yaş getirir. Bunu yaparken de şöyle der: "Seni tekrar hamile bırakayım da, o zaman gel boşan bakalım!" Bu arada annesi Şeyda'yı telefonla arayıp damadını savunmayı dener. "En azından iyi bir baba", "Ama yakında doktor çıkacak" gibi laflarla... Ancak bu yürek sahibi İranlı kadın hiçbir şeyden vazgeçecek değildir. Taa Kanada'dan gelmiş bir İranlı yakışıklı ile ilişki umudu doğsa da... O artık yeni bir erkekle de değil, ancak kadın dostları ve en çok da kızıyla mutlu olabilecektir.

Filmin kültür ve dil yanı biraz karışık. Kimi konuşmalar Farsça, kimi zamansa İngilizce... Bazen Farsça bir konuşmanın veya metnin ancak İngilizcesi söylenince, biz de çıkan Türkçe altyazıyla onu anlıyoruz! Ama ne gam... Yazar-yönetmen Niasari'nin vaktiyle yine Avustralya'nın Brisbane kentinde göçmen olan annesinin yaşadığı macera öylesine inandırıcı ve güçlü biçimde ekrana yansımış ki... O elbette hikâyenin Mona'sı imiş. Ama böylesine bir serüven hiç unutulur mu? Ayrıca Melbourne TV'sinden yansıyan görüntülerle dans eden tüm bir aile; ülkelerinde asla yapamayacakları eğlencelere bir gece kulübünde katılan İranlı kadınlar... Gerçekten etkileyici.

Ama en önemlisi, dediğim gibi, o büyük sevgi. Küçücük çocuğuna hayat dersleri verirken, öncelikle "Ben korkmuyorum" demeyi öğretmek... Bir ortak çocuğu paylaşamayan ayrılmış bir çift... İran'a dönmek ya da dönmemek ikilemi... Simba'dan Samani helvasına veya zerdeli pilava unutulmayan ağız tadımları... Alabildiğine feminist bir bakış; çağımızda hâlâ süregelen kadın düşmanlığına iç burucu bir yaklaşım. Yer yer naif diyaloglar; Mübarek Nevruz deyişleri...

Ama, dedim ya; en önemlisi o yoğun ana-kız sevgisi. Tam bir tutkuya dönüşen... Şeyda'da Zar Amir Ebrahimi kusursuz bir oyun veriyor. Ve birçok sahnede sanki gözleriyle oynuyor. Küçücük Mona'da ise Selina Zahednia son zamanlarda -belki tüm zamanlarda- perdede gördüğümüz en başarılı çocuk kompozisyonunu sunuyor. Belki tüm kötülüğü içinde bizleri kendisinden o denli nefret ettirmeyi başardığı için Hüseyin'i oynayan Osamah Sami de anılabılır.


NOT: Sevgili okurlarım,

Her yaz olduğu gibi, bu yaz da kendime ailemle birlikte iki aylık bir tatil zamanı ayırıyorum. Devam edebilmek için böylesi gerekiyor. Demek ki bir süre film göremeyeceğim ve yazamayacağım. Ağustos sonlarına kadar...

Sadece Milliyet-Sanat'ta yazdığım Sinemanın Hazineleri yazılarını önceden yazıp verdiğim için, onlar aksamayacak. Sonrasında inşallah yeniden buluşacağız. Yepyeni kitaplarımla birlikte...

Hepinize iyi tatiller...

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.."

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kürt sorunu üzerine eski bir yazım

Her gün gözünü ölüm haberleriyle açan bir toplumda, bizim şehitlerimizin onlu sayılarda, onların ölümlerininse yüzlü sayılarda olmasını bize bir teselli diye sunuyorsunuz. Yarın onlarınkiler binlere, bizimkilerse yüzlere tırmandığında da aynı şeyi mi yapacaksınız?

Popüler bir Marvel serisinin sonuncu filmi

Venom: Son Dans filminde aile, üstün zekâ canavarları yener. Böylece filmin bu bölümleri biraz komediye kayar. Kara komedi de denilebilecek...

Atamızın biraz gölgede kalmış bir yanını keşfetmek

Ertan Saban belki Mustafa Kemal’i en iyi canlandıran oyuncumuz olmayabilir. Ama ona öylesine bir canlılık, öylesine bir ‘halkın içinden olma’ özelliği getirir ki... Helal olsun!.. Sanki Ata’mızı bizlere farklı bir boyutla, daha da sevdirir

"
"