Dünyanın güçlü ülkelerinden birinin başkanı olmak... Başında bulunduğu ülkenin yüklendiği büyük siyasal sorumluluklar içinde son derece dikkat, tedbir ve incelikle hareket etmesi gerekirken... Karmaşık bir bölgede, güçler dengesinin son derece duyarlı ve riskli olduğu bir coğrafyada, kristal dükkanına dalmış bir fil gibi davranarak olayları körüklemek...Ve yalnız yöreninkini değil, tüm dünya barışını görülmemiş bir tehlikeye atmak....
Elbette anladınız: ABD başkanı Donald Trump’tan söz ediyorum. Son dönemde tüm dünyada yaşanan en talihsiz seçimlerden biriyle, hiç layık olmadığı, kesinlikle yakışmadığı bir göreve gelen....Ve her dakika herşeyi yapabilir gibi davranan o grotesk ve karikatür sınırlarında dolaşan kişilikten....
Ve onun, bırakınız ülkesinde Jimmy Fallon veya Ellen Degeneres gibi TV ikonlarının ya da hemen tüm ciddi basının diline düşen en kaba yanlışlarını, gaflarını....İşe birlikte başladığı hemen herkesle kavga edip hepsini uzaklaştırmasını... O komik tweet’lerinde eşinin bile adını yanlış yazmaktan olmayan kelimeler icat etmeye (o unutulmaz ve geleceğin sözcüklerine girecek olan ‘covfefe’ lafı!) gündelik tuhaflıklarını....
Kudüs’te yaşanan facia
Ama en ciddisi herhalde Kudüs gafı oldu. Üç büyük dinin de kendine özgü nedenlerle kutsal saydığı, yüzyıllardır paylaşamadığı, dünyanın en belalı ve ayni ölçüde hassas kentinde, Tel Aviv’den naklen bir ABD büyükelçiliği açması...Dışarda bunu protesto eden, en haklı biçimde protesto eden Filistin halkı İsrail güçleri tarafından haince kurşunlanırken, elçilik binasında, elbette cesaret edip bizzat gelemeyen Trump yerine (nerede o yürek!) kızı ve damadı bol bol gülüp basına poz verdiler!...
ABD’nin zaten sarsılmış imajı belki son zamanların en ciddi yarasını aldı. Ve dünyanın dört bir köşesinde istenmeyen adamlara dönüştüler. Onu seçenler utansın!...
Ama asıl trajedi, Trump’ın bu işlerde yalnız olmaması. Dünyanın dört bir yanında kardeşleri var. Kore’de, Rusya’da açık denge sorunları olan başkanlar.... Avrupa’nın göbeğinde Avusturya, Macaristan veya Çekya’da faşizan liderler.... İtalya’da yeniden boy göstermeye çabalayan bir Berlusconi...
Ve bizde de Recep Tayyip Erdoğan...17 yıldır başbakan, sonra cumhurbaşkanı olarak ülkeyi yöneten, şimdi de parlamanter sistemi lağvedederek tüm yetkileri elinde toplayan bir ‘tek adam’ olmaya çalışan bir siyasetçi.
Cesur olmasına cesur. Ama başarabilir mi?
Elbette öncelikle bu cesareti kutlamak gerekiyor. Böyle bir çağda, böyle bir coğrafyada, 80 milyonluk dev bir toplumu tek başına yönetmek...Ve yaklaşık 70 yıldır iyi-kötü, düşüp kalkarak da olsa işleyen bir sistemi, parlamenter demokrasiyi tümüyle kaldırarak herşeyi tek elde toplamak...Ne cesaret, ne cüret...Ve ne hırs!....
Ama bunun başarılamayacağı ve eskaza seçilse bile bunun yürütülemeyeceği açık. Öyle bir ülke ki burası...Artık öylesine gözü açılmış bir toplum ki....
Elbette öncelikle ideolojik sorunlar var. Artık millete mal olmuş, dünyanın tüm ülkelerindeki gelmiş-geçmiş tüm liderlerden daha çok sevilen bir lideri küçümsemek var örneğin...Daha dün bu meclisin başkanı olma onuruna kavuşmuş bir gafil politikacı, içinde bir kez bile Mustafa Kemal Atatürk adı geçmeyen bir 19 Mayıs mesajı yazmayı başarmadı mı? Ya da hala kurtuluş savaşımızın simgelerinden biri olmuş İzmir Marşı’nı yasaklayan okul müdürleri yok mu?
Asıl sorun: Toplumu birleştirme yokluğu
Ama asıl sorun bu da değil. Asıl sorun, sayın Erdoğan’daki temel bir özellik. Ya da çok gerekli bir temel özelliğin eksikliği, yokluğu.
Erdoğan birleştirmeyi bilmiyor. Hiç bilmedi, öğrenmek de istemedi. Örneğin Gezi olaylarını hiç kavrayamadı, analizini yapamadı. Dış mihraklardan, üst akıl’lardan sözedip durdu. Onun kıvılcımını yaktığı toplumsal ve temelde çevreci bir eylemi çözemedi. Ayni tutumu bir zaman sonra Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’nde de gösterdi.
Ayni biçimde, çeşitli dönemlerde toplumun değişik çevrelerini, oluşumlarını, kurumlarını sürekli olarak itti, küçümsedi, hakaretler yağdırdı. Örneğin CHP’yi sürekli, en ağır sözcüklerle eleştirdi; daha önceki gün tek parti dönemine hakaretler yağdırdı. Yani Atatürk devrimlerine olduğu kadar, ülkemizi ikinci dünya savaşı felaketinden kurtaran ve demokrasiyi başlatan İsmet İnönü’ye de hiç sempati duymadı, hep ağzına geleni söyledi.
Ve bu hep böyle devam ediyor. Yakın zamanda ‘korkunç arşivci’ Yılmaz Özdil onun CHP için ettiği ağır sözleri uzun uzun yazmıştı: upuzun bir liste halinde....Aralarında pislik, çöplük, aşağılık, alçak gibi mahalle kavgalarında bile kolay edilmeyecek laflar bulunan....
Ve Erdoğan’ın yüreği hiçbir zaman mazlumlar için çarpmadı. Yakın dönemde Fetullahçıların marifetiyle yargılanan, tutuklanan, ağır cezalara çarptırılan ve kimileri içerde ölen o ordu mensupları, o askerler, komutanlar örneğin....Tüm bu entrikalar deşifre olduğunda beklenen bir özür bile gelmedi.
Onca mazlum için çarpmayan bir yürek
Ve sonra, bu kez 15 Temmuz bahanesiyle içeri atılanlar....O gazeteciler, o yazarlar, kimileri düne kadar dost sayılan o değerli kalemler....O içerde gençlikleri çürüyen Harp Okulu öğrencileri... O hayatlarını verdikleri meslekleri ellerinden alınıveren akademisyenler....O ne olduğunu bile anlamadan tutuklanıp içeri atılan Boğaziçi lisesi öğrencileri.
Ve daha kimler-kimler...O sadece barış için emek vermiş Osman Kavala. O 12 Eylül’den sonra 20 yıl içerde yatmış ve şimdi yeniden tutuklanan Cemalettin Can. O cumhurbaşkanı adayı olduğu halde hala içerde yatan Selahattin Demirtaş. Ve elbette tümüyle unutulan/ unutturulan, oysa ülkenin geleceği açısından son derece önemli olan Kürt sorunu.
Kusura bakmayın ama, eğer ülkenin geleceğini kimbilir kaç yıl için tek başına ele almak isteyen bir cumhurbaşkanı, tüm bu insanlara ve daha birçoğuna karşı en küçük bir merhamet duymuyorsa...Onlar için kılını bile kıpırdatmıyorsa... Asgari bir acıma duygusu bile belirtmiyorsa....
Hatta, tam tersine, onların kimilerini bizzat kendisi imaları, hatta emirleriyle adalete işaret etmişse....
O zat benim cumhurbaşkanım değildir, olmamalıdır.
Bu olasılığa karşı tüm cesaretiyle yürüyen sayın Muharrem İnce için ayrıca yazmaya çalışacağım.