02 Kasım 2018

Bir rock kralının görkemli ve hüzünlü hikâyesi

Kim ne derse desin, siz bu filmi görün!

JUDY   

X  X  X  X

Yönetmen: Rupert Goold 
Senaryo: Tom Edge 
Görüntü: Ole Bratt Birkeland 
Müzik: Gabriel Yared 
Oyuncular: Renee Zellweger, Finn Witrock, Rufus Sewell, Darci Shaw, Michael Gambon, Richard Cordery, Jessie Buckley, Bella Ramsey, Adrian Lukis

İngiliz filmi.

Judy Garland’ı sinemalaştırmak... Sadece 47 yıl yaşadığı halde, bir yandan çok küçük yaşta işe başladığı, öte yandan kaderin çizdiği yolu izleyerek sinemanın en trajik ömürlerinden birine sahip olduğu için, hiç de kolay olmayan bir çaba.

Ama özel bir durum bunu kolaylaştırmış. O da Judy’nin yaşamına dayanan Peter Quilter imzalı End of the Rainbow-Gökkuşağının Sonu adlı sahne oyunundan yola çıkılması.

Böylece kalın bir biyografi yerine, dramatik açıdan haliyle seçici davranmak zorunda kalmış bir yapıya dayanıyor film... Elbette Judy hakkında her şeyi öğrenmekten uzak kalıyoruz. Ama karşımıza gelen film öylesine duygu yüklü, oyunculuk mesleği ve starlık kavramı üzerine öylesine öğretici ki... Dayanmak mümkün değil.

Elbette o hayat daha çok bilgiyi ve ilgiyi hak ediyor. 14 yaşında adım attığı Hollywood’da, dönemin en büyüğü MGM şirketince fark edilip kontratla bağlanan, MGM’nin taçsız kralı Louis B. Mayer’in özel ilgisine mazhar olan (ki Mayer adı zaten Metro-Goldwyn-Mayer adının içindedir), 30’lu yılların çocuksu, naif komedi-müzikal türü içinde ve çoğu 'technicolor' filmlerle şöhret merdivenlerini hızla tırmanan Garland, 1939 yılının klasikleşmiş filmi The Wizard of Oz-Billur Köşk’le zirveye çıkmıştı. Oyunculuğunun yanı sıra bir diğer büyük kozu olan sesiyle söylediği Over the Rainbow şarkısını da ölümsüzleştirerek...

Film sanırım oyuna bağlı kalarak Judy’nin yaşamının iki dönemine odaklanıyor. Ve bunları koşut biçimde anlatıyor. Biri o filmin çekildiği yıllar. Özellikle Mayer’le ilişkisi. Ve o yaşta bir star olmanın ağır koşulları. Gençliğini istediği gibi yaşayamamak; acıkınca oturup bir hamburger bile yiyememek; yaşıtlarıyla çıkıp eğlenememek...

Ve Mayer’in temsil ettiği baskıcı bir otoritenin tüm yaşam sevincini elinden almasına izin vermek. Belki birazcık abartılmış biçimiyle... Ve arada sadece yine dönemin ünlü, çocuk yüzlü erkek starı Mickey Rooney’le ilişki kurarak...

Ve sonrası... Ama uzun bir dönemi atlayarak, yaklaşık 30 yıl sonrası. Arada beş koca, bir avuç unutulmaz film ve sayısız şarkı/konser gelip geçmiştir. O eşlerinin en ünlüsü yönetmen Vincente Minnelli’den olan ve artık kendi yolunda giden kızı Liza Minnelli dışında (sahi, o niçin bu kadar az gözüküyor?), üçüncü eşi Sid Luft’tan olma iki çocuğunun peşindedir. Ve sorunlarıyla birlikte düştüğü parasızlıktan kurtulmak için, bir konser turnesine çıkmayı kabul etmiştir. Londra’dan başlayarak...

Ama o artık iyice hasta bir kadındır. Film bunun belirtilerini sık sık gösterirken, daha çocukluğunda  başlayan ve aileden stüdyoya, kocalarından patronlarına çeşitli kökenlerini de bize sunar. O meşum ve değişmez 'şöhretin bedeli' deyimini yeniden akıllarımıza kazıyarak...

Elbette filmin göstermediği birçok şey var. Örneğin baba-kız Minnelli’leri hayatındaki yeri. MGM starı olmanın içerdiği sayısız hoşluklar, ilişkiler, başarılar.

Ya da mesleki dramlar veya düşkırıklıkları. Örneğin 1954’de, yine bir bunalım sonrası döndüğü Hollywood’da ünlü A Star İs Born-Bir Yıldız Doğuyor filmlerinin en unutulmazında, Akademi’nin ondan esirgediği (ve yükselen star Grace Kelly’ye verdiği) Oscar ödülü. Ki belki onun hayatına bir depresyon ilacı etkisi yapabilirdi.

Ya da sonrasındaki az, ama öz film. Nurenberg Duruşmaları veya Bekleyen Çocuk’taki iç burucu oyunları. Bunlar yok.

Ama olanlar da yeterince ilginç. Ve unutulmaz sahnelerle yüreğimize işliyor. Belki en güçlü yanı bir starla gerçek fan’ları (hayranları) arasındaki o sihirli, tariflere sığmaz ilişkiyi vermesindeki güç. Tüm o konser sahneleri; o kimi zaman gergin, ama çokluk, büyüleyici alışveriş. Hele o The Wizard of Oz’un unutulmaz şarkısı Over the Rainbow’un hep birlikte söylenmesi.

Ya da en koyu fan’lar arasında yer alan o gay çift. Ve onların o inanılmaz Judy Garland sevgisi... Ki tüm o sahnelerde -ama özellikle finalde- gözyaşlarımın sel gibi akmasına mani olamadım; açık yüreklilikle söylüyorum.

Aynı biçimde, sanatçının kimi en umutsuz anlarında teselliyi neredeyse 'sokaktan geçen' yabancılarda araması da dokunaklı.

Ve elbette muhteşem Rene Zellweger. Bugün tam 50 yaşında olan (1969 doğumlu), Norveç kökenli Texas doğumlu oyuncu. 1992’de başlanmış bir kariyerde adım adım yükselen, 2003 yılında Cold Mountain-Soğuk Dağ filmiyle yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar aldığında, aynı rolle Oscar’ın yanısıra BAFTA, Critics Choice, Golden Globe ve SAG ödüllerini de alan 13 kadın oyuncu arasına girmişti Zellweger.

Ama uzun süredir ortalarda yoktu. Ve Judy Garland deyince fizik olarak hemen akla gelen biri değildi. Ama işte, olmuş. Hem de kusursuza yakın biçimde... Üstelik tüm o şarkıları da kendisi söyleyerek... Gerçi en azından ünlü ve ödüllü Chicago müzikalinde de bunu başarıyla yapmıştı. Yine de...

Sonuç olarak, yeni yılın ilk güzel sürprizi. Özellikle has sinefiller, onulmaz nostaljikler ve benim gibi sulu gözlüler için...

Fox filmi

 

Queen grubunu hatırlamamak mümkün mü? Hele o Bohemian Rhapsody parçasını... Ritmi sürekli değişen, sözleri Galileo’dan Figaro’ya ünlü isimler, hatta Bismillah sözcüğünü de içeren, kimi zaman bir koronun ya da solistin opera izlenimi veren yorumlarını da altı dakikalık süresine katan meydan okuyucu, sanki deneysel bir pop zirvesi.

İşte film bu parçadan, onu söyleyen1970-80’lerin ünlü grubu Queen’den ve onun unutulmayan solisti Freddie Mercury’den yola çıkıyor. 1970 yılında açılan film henüz Mercury soyadını almamış emekçi Faruk’u (asıl adı) karşımıza getiriyor. Hindistan’ın Parsi halkından ve Zerdüşt inançlı, tutucu bir ailesi var. Özellikle oğluna durmadan erdemli bir hayat öneren baba...

Ve Freddie hep Paki diye çağrılıyor, çünkü İngilizler onu Pakistanlı sanıyor. Ünlü İngiliz gruplarının en parlak döneminin geride kaldığı sanılan bir zamanda Freddie, zaten varolan bir gruba solist olarak katılıyor. Ve Queen doğuyor. Grup Freddie’nin olağanüstü sesine eklenen müthiş sahne şovuyla büyük ün yapıyor. Önce ABD fethediliyor, sonra tüm dünyayı kapsayan turneler yapılıyor. Ve gerisi geliyor. 

Film öncelikle 70’li yılları ve özellikle Londra’yı her şeyiyle görkemli biçimde canlandırıyor. Queen grubu ise gitarcı Brian May (Gwylim Lee), basçı John Deacan (Joseph Mazzello) ve davulcu Roger Taylor’la (Ben Hardy) birlikte  sanki yeniden hayat buluyor. Her şeyin Teorisi, En Karanlık Saat gibi önemli filmlerin yazarı olarak bilinen Anthony McCarten’in özenli senaryosu, en çok Olağan Şüpheliler, Operasyon Walkyrie, X-Men serisi gibi önemli filmleriyle hatırlanan Bryan Singer’in akıcı yönetimiyle perdede görselleşiyor.

Mercury son derece kendine özgü bir kişilik. Bir müzik dehası, ama sayısız zaafı da var. Kendini biseksüel saysa da aslında eşcinsel. Peşine düşerek tavlayıp evlendiği Mary’yi (Lucy Boynton) gerçekten seviyor. Belki daha çok ona ihtiyacı var. Ama aslında gözü hep erkeklerde...  Yakınındakilerle iki büyük ilişkisini gördüğümüz gibi, uzaktan ‘tuvalet maceraları’na bile tanık oluyoruz!..

Ve o dönemin müzik endüstrisinin içyüzü, patron-işçi, sermaye-sanat, müzisyen-menejer ilişkileri gösterişli biçimde karşımıza geliyor. Karmaşık ve patetik entrikalar olarak...

Ama aslında bu elbette bir müzik filmi. Ne raslantıdır ki Bir Yıldız Doğuyor ve Müslüm filmlerinden hemen sonra geliyor. Ve sanki bu türe olan sevgimizi ve inancımızı pekiştiriyor.

Gerçi farklı filmler. İlki bir hikayeye ve country-pop  türlerine dayalı. Müslüm, malum, arabesk’e yaslanan bir biyografi. Bu filmse rock’a dayalı bir diğer biyografi. Benim için çok farkı yok: tüm türlere gönül kapılarını açmış bir müzik sevdalısı olarak...

Önemli olan elbette sinema...Bu açıdan, bu filmin bir adım öne geçtiği sanırım söylenebilir. Tüm müzikal bölümler, ister konser, ister esin ve besteleme, isterse prova, yoğun bir müzik duygusu ve onu en iyi biçimde veren bir sinema başarısı içeriyor.

Ama Wembley konserini bir kenara koyun. İngiltere’nin bu ünlü stadyumu, 90 bin kişilik  kapasitesiyle bir dönemin en büyüklerindendi.1985 yılında, Freddie yüzünden ayrılan grup yine onun çabasıyla birleşmiş ve orada, Bob Geldof’un öncülüğüyle AİDS’le savaş için düzenlenen Live Aid konserlerinde en ünlü gruplarla bir araya gelip çalmıştı.

O bölüm, benim uzun sinema yaşamımda gördüğüm en  etkileyici, en parlak konser sahnesi. Kendinizi o görkemli kitlenin içinde hissettiğiniz; We Will Rock You, We Are The Champions, Another One Bites the Dust vb. klasikleri dinlerken perdedeki sinema olayına da parmak ısırdığınız bir bölüm. Bu arada Wembley’in 2003’de yıkılıp yeniden yapılmış olduğunu da ekleyeyim.

Ve başroldeki Rami Malek. Mısır kökenli ortodoks bir aileden gelen ve Bay Robot adlı dizsiyle üne kavuşmuş Amerikalı bir oyuncu. Bu rol için düşünülen Sacha Baron Cohen’in yerine son dakikada alınmış.

Gerçi sahici Mercury daha yakışıklı, daha erkekçe duruyor. Ama Malek öylesine iyi oynamış...Freddie’nin ‘vücut dili’ni öylesine iyi taklit etmiş...Ve onun gerçek sesini kullanan filmin tüm müzikli sahnelerinde ağzını ve yüzünü öyle iyi kullanmış ki...Sanki söyleyen gerçekten o...

Ve de o yılların birçok ünlüsü gibi AİDS olduğunu anladığı bölümlerde öylesine mahzun, öylesine içburucu ki....Oscar ödüllerinde önde gelen bir aday olacağı kesin. 

Bir nokta daha... Yakın zamanda bir başka film için de  olmuştu. Baktığım sinema sitesi IMDB’de, profesyonel eleştirmenlerin büyük çoğunluğu filme pek yüz vermemiş. Ama sinemasever okurlar ittifak halinde bayılmış. Bu kez gönlümün –aklımın da!- tümüyle okurlardan yana olduğunu söylemeliyim.

Kısacası: bizde de kim ne derse desin. Siz bu filmi görün. Müzikle asgari bir ilişkiniz varsa elbette...

 

Yarın: CLİMAX

Not: Haftanın ilginç Türk filmi İYİ OYUN eleştirim ortakoltuk.com sitesinde. 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Politikanın içinde farklı konulara da değinmek

Digiturk’te Accused ve diğer diziler, Oksijen’in büyük başarısı ve başka şeyler

Kendine özgü bir kara komedi ve şiddet sergilemesi

İnsan bedenine yapılan ve yapılabilecek her türlü işkencenin bile etkilemediği bir direnç kazanır Nathan... Artık perde bir korku tiyatrosu haline gelmiştir. En sabırlı seyirciyi bile isyan ettirecek kadar…

Son günlerde bu ülkede yaşamak ne kadar zorlaştı!

Bahçeli Bey şöyle diyor: “Yargıya saygı duy, partinde otur.” Özel’in yanıtı: “Milletin sesini duy, darbeye karşı dur.” Hangisini tercih edersiniz?

"
"