28 Haziran 2014

Trainspotting’in izini süren film: Pislik

Kabul, Pislik kolay sevilesi filmlerden değil. Bir yandan, yazarın kaleminden gelen ‘aşırı İskoçluk’, hep çok zeki olma tavrı ve bunun kaybettirdiği bir içtenlik olayı var

PİSLİK

(Filth)

Yönetmen ve senaryo: Jon S. Baird
Görüntü: Matthew Jensen
Müzik: Clint Mansell
Oyuncular: James McAvoy, İmogen Potts, Jamie Bell, Joanne Froggat, Shirley Anderson, Jim Broadbent
İngiliz filmi.

İskoçyalı yazar Irvine Welsh (1958-…) çağdaş edebiyatın kült olmuş adlarından biri... Trainspotting adlı romanının 1996’da Danny Boyle tarafından yapılan uyarlaması, gözlerimizin önünde başka bir dünya açmıştı: İskoçya’nın serin ve ‘uygar’ ikliminde yeşeren gençlik başkaldırısı, her şeyi aşırı ve hızlı biçimde tüketen bir yeni kuşağın mutsuz hırçınlığı ve hayatı ölümüne yaşamak isteyen bir anlayışın çarptığı duvarlar...

Ardından, daha çok festivallerde gördüğümüz Acid House, Ecstasy gibi filmler geldi. Ve şimdi de, karşımızda ‘Pislik’ var!..

Yazarın vatandaşı, TV’den gelen Jon S. Baird’in Danny Boyle’u aratmayan bir haşinlikle yönettiği film, karşımıza iliklerine dek çürümüş bir İskoç polis karakolunu ve onun azılı dedektifi Bruce Robertson’u getiriyor. Eşiyle sorunlu bir dönem geçiren ve mastürbasyon, içki ve uyuşturucuyu gündelik tüketim haline getirmiş Robertson, bir terfi olasılığı karşısında amirinin gözüne girmeye çabalıyor. Ama bunun için gerçek anlamda çalışmak yerine, meslektaşlarını gözden düşürmeye yönelik entrikalara, gizli ve müstehcen telefonlara ve karmaşık yalanlara başvuruyor. Giderek bu yalanlar dünyasında dengesini yitirirken, belki her şeyin kökenindeki bir çocukluk suçu da ortaya çıkmaya başlayacaktır.

Kabul, Pislik kolay sevilesi filmlerden değil. (Hatta basın gösteriminde bile çabucak çıkan arkadaşlarımız oldu!). Bir yandan, yazarın kaleminden gelen ‘aşırı İskoçluk’, hep çok zeki olma tavrı ve bunun kaybettirdiği bir içtenlik olayı var. Öte yandan, filmin dur-durak bilmeyen ‘edepsizliği’, erotizmi ve şiddeti de hassas yürekleri irkiltebilir, hatta incitebilir.

Ama dayananları gayet ilginç bir film bekliyor. O sakin coğrafyada yeşeren bu çılgınlık ve şiddet öyküsü, örnek bir sinemayla anlatılıyor. Ve sonunda gerçek bir İnsanlık Durumu sergilemesine dönüşüyor.

Filmin gerçekten etkileyici bölümleri var. Robertson’un tüm acımasızlığı içinde bir yandan karısına açık-saçık telefonlar etmesi... Öte yandan, bir meslektaşını en aşağılayıcı bir konuma düşürmesi, bir başkasına ise tuvalet duvarlarına gay’liğini yazarak iftira etmesi. Ve de tüm bu acımasız davranışların içinden süzülüp gelen kırık ve yaralı bir ruhun belirmesi.

Bu yoğun dramatik sos, belli ölçüde bir İskoç mizahıyla dengeleniyor. Buna özel İrvine Welsh mizahı denebilir mi, bilmiyorum. Örneğin deneyimli aktör Jim Broadbent’in enfes bir kompozisyonla canlandırdığı o psikanalist-doktor. Öylesine karikatürize bir figür ki, başlı başına bir mizah oluşturuyor. Ama grotesk’den yola çıkıp patetik olana ulaşmak, zaten Trainspotting’in de temel özelliği değil miydi?

Bu film de bunu gayet iyi yapıyor. Ve o abartmalı şiddet ve seks sergilemesinin ardında, içburucu karakterler ve hüzünlü durumlar ortaya çıkıyor. 

Oyunculuklarsa süper. Tam o ‘İngiliz kalitesi’ karşımızda. James McAvoy’un Robertson’a kattıkları övgü ötesi. Kaç zamandır görmediğimiz oyuncu, o aykırı kişiliği öylesine etiyle, canıyla oynamış ki... İnternette bir okurun dediği gibi, niye Oscar’larda es geçilmiş acaba? Kadın karakterlerde, kadın polis Amanda (Imogen Potts), arkadaşın karısı Bundy (Shirley Henderson), eş (Shauna MacDonald), diğer polislerde Jamie Bell veya Eddie Marsan da olağanüstü.

Sonuç olarak farklı bir polisiye, içerdiği şiddetin ardında saklanan hüznü keşfetmeye değer bir film.

 

Dev robotların bitmeyen savaşı

 

Transformers: Kayıp Çağ
(Transformers: Age of Extinction)

Yönetmen: Michael Bay/ Senaryo: Ehren Kruger
Görüntü: Amir Mokri
Müzik: Steve Jablonsky
Oyuncular: Mark Wahlberg, Stanley Tucci, Nicola Peltz, Jack Reynor, Kelsel Grammer, Sophia Miles, Titus Velliver, Binbing Li
Paramount (UİP) filmi

Üç filmden sonra, Michael Bay Tranformers serisinin kadrosunu –birkaç küçük karakter dışında- tümüyle değiştiriyor. Ve fantastik aksiyon sinemasının bu parlak örneğine her zamankinden daha iddialı biçimde yaklaşıyor.

Hikâye yine ipe-sapa gelmez bir şey. İlk filmleri izleyenler bilecektir: seri aslında 1980’lerde başlayıp bizde de gösterilen ayni adlı TV dizisinden uyarlandı. Ama bu girişim, aslında Hasbro firmasının piyasaya sürdüğü ve yıllar boyu geliştirilerek süren oyuncak robot yapımına kadar gidiyor. TV dizisinin başarısından sonra çizgi-roman ve bilgisayar oyunları da gelmiş. Filmlerin temel özelliği, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarının bir karışımı olmak. Ve bunlara sinema aracılığıyla bol özel efekt katmak.  

Böylece, o iki robot türü, galiba daha da irileşmiş olarak, yine karşımıza geliyor: Autobotlar ve Decepticonlar. İkisi de uzak gezegenlerde gelişmiş, her türlü biçime, özellikle de teknoloji ürünü araçlara dönüşmeyi çok iyi beceren yaratıklar. Ve yine Decepticonlar dünyayı ele geçirme peşindeki kötüler, Autobotlar ise iyi yaratıklar. Ve kötülere karşı savaşımda insanların yanında yer alıyorlar.

Ön planda ise yeni kahramanlar var: hurda kamyonlardan kapanan sinemaların projeksiyon makinelerine, çoktan yok olmuş teyplerden incik-boncuğa bulduğu her eski nesneyi atölyesine taşıyan başarısız kaşif Cade Yeager, gencecik kızı, onun yarışçı sevgilisi. Ve Amerikan hükümetinin özellikle birkaç yıl önceki ‘Chicago savaşı’nda büyük zarar veren Decepticon’lara karşı savaşımı yürüten bir Beyaz Saray yetkilisi ve (olmazsa olmaz bir kişilik!) bu savaşta ona destek olmaya çalışan bir büyük firmanın küstah patronu...

Film öncelikle süresiyle iddialı: tam iki saat 45 dakika. Ve haberiniz olsun, kolay geçmiyor. (Kimileri Nuri Bilge’yi bile özlemle anacaktır!). Ve özel efektin payı diğer filmlerden daha büyük. Öyle ki, kimi bölümlerde insanlar tümüyle yok oluyor ve meydan dövüşen canavarlara kalıyor.

Ancak özel efektlerin ihtişamı da baş döndürüyor. Michael Bay kimilerinin dediği gibi sadece ‘patlamaların yönetmeni’ değil. O bu tür filmlerde özel efekti bir sanat düzeyine yükselten bir adam. (O nedenle  X X X  verdim zaten!). İnsanların da karıştığı kimi gerilim bölümlerinin başarısı ise tartışılmaz. Örneğin üç kahramanımızın bir uçurumu incecik ve sallanan kablolardan yürüyerek geçmesi, tüm o Hong Kong sahneleri, tüm final bölümü gibi. Chicago ve Hong Kong, filmin iki ana mekânı olurken, ilk filmlerde amansız ABD düşmanı olarak gösterilen Çin’e artık sempatiyle, müstakbel bir ortak diye yaklaşılması da dikkat çekiyor.

Ayrıca, filmin içinde çok küçük yer tutsa da, o kapanmış, perişan haldeki eski sinema salonu bölümüne de bayıldım. Ve sanki Emek’i görür gibi oldum!.. Kapanan sinemalar üzerine bu kadar hüzün veren bir çekim hatırlamıyorum. Keşke film bunu daha genişletebilseydi...

Elbette filmin daha çok küçük yaştakilere ve gençlere göre olduğu kesin. Ancak artık çağdaş sinemanın ayrılmaz bir parçası olan özel efekt ve teknoloji kullanımında eriştiği noktayı da tümüyle ihmal etmeye hakkımız yok!..

Yazarın Diğer Yazıları

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

"
"