Ülkenin haline ve olup bitenlere gerçekten çok üzülüyorum. Nasıl oldu da 13 yıl önce iktidara geçen bir parti, ilk başlarda kendi doğal seçmeninin yanı sıra demokrasiye gerçekten inanmış bir aydın kesiminin de belli ölçüde desteğini aldığı halde, bu hale düştü!.. Bugün artık iktidarın tepesindekilerin ağızlarıyla kuş tutsalar, sabah akşam konuşsalar, sağa-sola ulufe dağıtıp dursalar, zaman zaman da doğru gözüken şeyler dile getirseler bile ciddiye alınmadıklarını, ülkenin yarısından çok bir bölümünü kesinlikle karşılarına aldıklarını, bu ülkede tarihin hemen hiç bir döneminde görülmemiş bir bölünmüşlük, giderek düşmanlık yarattıklarını görmemek için kör olmak mı gerekiyor?
O dönemde hayli genç olsam da, Demokrat Parti iktidarını hatırlıyorum. Menderes ve arkadaşları yıllar sürmüş bir tek parti döneminden sonra ilk serbest seçimlerle başa geçtiklerinde nasıl heyecanla karşılanmışlardı. Atatürk sevgileri hiç tartışılamayacak kesimlerden bile böylesi bir deneyin gerçek demokrasinin yolunu açacağı ve halk iktidarının göstergesi olduğu görüşleri geliyordu.
Ama bu başarı hazmedilemedi. Önce aydınlar, sonra üniversite ve bilim çevreleri küstürüldü. Sonra ‘Vatan Cepheleri’ kurdurulup radyolardan DP’ye sadakat gösterenlerin bitmez-tükenmez isim listeleri okunmaya başlandı. Ve muhalif görüşleri yargılamak için ünlü ‘tahkikat komisyonları’ kuruldu.
O gençliğimle şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: bir siyasal parti, bir iktidar, kendini güvene almak için böylesine acaip yollara başvurmaya, hele hele halkı ikiye bölmeye girişiyorsa, onun sonu yakın değil midir?
Nitekim öyle oldu, ordu o iktidarı indirdi, başlarını da uzun ve onur kırıcı yargılamalardan sonra astı. Yine o zaman, Adnan Menderes’in de, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın da bu akibeti hiç hak etmediklerini düşünmüştüm. O hatalar demokratik yoldan, yeni bir seçimle ödenmeliydi. Askeri bir yönetimin buyurduğu idamlarla değil!...
Bugün artık ‘asker’ yok. Keşke olsaydı...diyen sayısız insanı duyar gibiyim. Aralarında dostlarım da var. Ama öncelikle, yok ve olamaz. Asker sindirildi, ordu pasifize edildi, herhangi bir müdahaleye hiç şans bırakılmadı.
Ayrıca da, böylesi çok daha iyi. Evet, ordumuz hep kemalistti, laik düşüncenin ve Cumhuriyet’in sadık bekçisiydi. Ama hangi çağdaş devlette askerin gölgesi altında yeşerebilmiş gerçek bir demokrasi var? Hangi ülkede darbeler başka darbelere davetiye çıkarmıyor, askeri müdaheleler bir kısır döngüye dönmüyor? Her koşulda yine halka dönmek, onu ikna ederek, gönlünü, fikrini ve giderek oyunu alarak bu çıkmazdan kurtulma şansı var. Bunu yapmak şart. İnşallah ve el-güç birliğiyle...
Çünkü artık her kararı, her konuşması ve çağırısıyla tüylerimizi diken diken eden bir başkanımız var. Kuralları henüz yazılmamış, altyapısı oluşturulmamış, ama asıl önemlisi Aksaray’ı hazır edilmiş bir Başkanlık sistemimiz, bir Tek Adam projemiz var. Bunun için en başta gereken eyleminse bir barışma zihniyeti, bir empati zekası, bölünmüşlüğü en yumuşak biçimde, en tatlı sözler ve en demokratik tavırlarla giderme çabası olduğu ise hiç anlaşılmışa benzemiyor.
Ve inatla ters yönde, bölme ve nefret ettirme yönünde at koşturuluyor. Ve herşey bir buyurganlık uslubuyla sunuluyor. O evlere şenlik Milli Eğitim Şurası’nda dile getirilen isteklerin çoğu Türkiye’nin yıllardır iyi-kötü çizilmiş çağdaş eğitim sistemine atılmış birer bomba olduğu halde, Şura bizzat cumhurbaşkanınca en övücü sözlerle karşılanıyor...
Yine cumhurbaşkanı, “200 yıldır yapılan yanlışları düzeltiyoruz” diyebiliyor. 200 yıldır yapılan, Meşrutiyet’ten bu yana ülkenin yönünü akıl ve bilimi kılavuz seçmiş Batı uygarlığına çevirmek olduğuna göre, Cumhuriyet döneminin çok gerilerine dek giden bu lafın anlamı ne?
Arkasından gelen sözleri bunu açıklıyor: “Din ve devlet işleri ayrı olsun diyerek dine yönelik her saldırıyı meşru görenler, kendi yapay dinlerini devlete egemen kılma mücadelesi vermişlerdir”. Oysa herkes bilir ki tüm Batı kültürü tarihi, dinle devletin ayrılma mücadelesidir. Ve tüm o Aydınlanma Çağı, bunun başarılması sonucudur.
Bu durumda o ‘yapay din’de elbette Cumhuriyet’le bunu sağlayan Atatürk ve halkımızdaki derin ve yerleşmiş Atatürk sevgisidir!...
Yine ayni zat, “İsteseler de istemeseler de Osmanlıca öğretilecek. öğrenilecek” diyor. Osmanlıca (veya Murat Bardakçı’nın güzel yazısında dediği gibi ‘eski Türkçe’) bence de öğrenilmesi gereken birşey. Geçmişle mutlaka kurmamız gereken bir kültür köprüsü. Ama RTE’ın ağzından hertürlü tartışmayı ve karşıt görüşü ‘külliyen’ reddeden bir otoriterliğe bürününce, en doğru şeyler bile sempatik gözükmüyor.
Valla işte böyle. Kendi kişisel tarihim içinde ve izleyebildiğim kadarınca TC tarihinde böylesine keskin çizgili, karşı tarafları ve değişik görüşleri böylesine yadsıyan ve sadece kendi seçmeninin nabzına şerbet veren bir siyasal lider görmedim. Çok daha karışık dönemlerden geçtiğimiz halde...
Ve artık herşey gelip bu büyük sorunun siyasal ve demokratik bir çözümle halledilmesine dayanıyor. Yoksa Türkiye’de böylesine sıkıştırılan ve baskı altına alınan çoğulcu düşünce, bir yerden öyle patlayacak ki...
BUNU MUTLAKA YAZMALIYIM!
Linç kültürü devamediyor!
Aydınınızı linç etme kültürü sürüyor. En son Fatih Akın bundan nasibini aldı. Ve Kesik doğru nedenlerle eleştirilirken, kimileri (üstelik sinema yazarı kimlikleriyle) filmi ‘Türk düşmanı’, hatta “Geceyarısı Ekpresi’nden bile beter” diye nitelemekten çekinmedi.
Akın’ın filmi eleştirilebilir. Ama onun cesareti ve araştırmacılığı asla..Ermeni sorununa bir Türk’ün gözünden bakma çabası ancak övülmeli. Ve daha dün Duvara Karşı’dan Yaşamın Kıyısından’a o güzel filmleriyle Türk adını tüm dünyaya.duyuran bir yönetmene düşmanca davranılmamalı.
Yavuz Bingöl olayı ise bambaşka. Dostum saydığım Bingöl’ün büyük yanlış yaptığı ve sözlerinin kabul.edilemez olduğu açık. Ama ben onu bile böylesine linç etmeyelim derim. Bir hata yapmıştır, sırası geldiğinde özür dileyecek ve bize yine güzel şarkılarını söyleyecektir, eminim.
Russell Crowe fırtınası
Son Umut galası konu arayan magazincilerimize hızır gibi yetişti. Ve köşelerini doldurdular. Ama aralarında dikkat çeken, yine birkaç ‘sinema yazarımız’ oldu.
Çünkü bunlar, film sonrası gelenek haline gelen açıklamalarında beş cümle ettilerse, dördü Cem Yılmaz ve filmde söylediği türkü üzerine oldu.
Yahu, karşımızda dünya çapında bir film ve onun kendi tarihimize ve kültürümüze bakışı var. Bunlar üzerine iki söz etmeden konuyu hemen Cem’e getirmek magazincilere yakışır da, siz eleştirmenlere uyuyor mu?
Ama daha beteri dışardan, taa Amerika’dan geldi. Ve Oray Eğin sadlı kendine özgü ve her konuda ahkam keser ‘yazarımız’, Sözcü gazetesine New York’tan yazdığı Pazar yazısında, filmi görmediği halde izlediği fragmandan “bir TV dizisi havasında’ olduğunu, ‘fragmanı görür görmez insanın unutası geldiğini’ yazıyor. Böylece ‘fragmandan eleştiri’ gibi yeni bir gelenek başlatırken, filmin Weinstein kardeşler değil de Warner Bros (evet, koskoca ve 100 küsur yıllık Warner Bros) tarafından dağıtılmasını da kötülüğüne delil sayıyor!..
Bize de “Allahım, sen aklımızı ve gazeteciliğimizi koru” demek düşüyor.
Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner gecesi
Sevgili dostlarım, hikayeci Adnan Özyalçıner ve eşi, şair Sennur Sezer’e saygı gecesi, Beşiktaş belediyesinin etkinliği kapsamında Pazartesi akşamı yine Akadlar Kültür Merkezi’nde yapıldı. Bir Faruk Şüyün organizasyonuyla...
Mütevazi, ama sıcak bir geceydi. 60 yıllık bir birlikteliği sürdüren yazarlarımız sahnede söyleştiler, dostları onları anlattı, üzerlerine çekilmiş kısa ve sempatik birer belgesel gösterildi. 1957’de yayına başlayan ünlü A Dergisi ve çevresindeki yazar-çizerler, dönemin Kumkapı’da Kemal’in kahvesi, Beyoğlu’nda Baylan pastahanesi, Bakırköy Halkevi gibi mekanları anıldı.
Ve geceden kalan temel izlenim şu oldu: iyi ki Doğan Hızlan, vaktiyle Sennur’u alıp Adnana‘a götürerek tanıştırmış. Yoksa edebiyat tarihimiz böylesi görkemli bir aşktan ve verimli beraberlikten yoksun kalırdı!...
|