26 Ekim 2024

Kürt sorunu üzerine eski bir yazım

Her gün gözünü ölüm haberleriyle açan bir toplumda, bizim şehitlerimizin onlu sayılarda, onların ölümlerininse yüzlü sayılarda olmasını bize bir teselli diye sunuyorsunuz. Yarın onlarınkiler binlere, bizimkilerse yüzlere tırmandığında da aynı şeyi mi yapacaksınız?

Biliyorum, bu konuların ne denli belalı olduğunu…Ve aslında benim alanım da olmadığını…

Yine de elime geçen 2016 tarihli bu yazımı kendimce ilginç buldum. En azından yine kendimce insanoğlunun en büyük günahlarından biri olarak ırkçılığı gördüğümü… Ve bu konuda birçok yazıyla birlikte Irkçılığı Gördüm, Tanıyorum adlı bir kitabım olduğunu dostlarım bilirler. (Varlık Yayınları, 2021.) Öyleyse…Buyrun bakalım: 

Ertuğrul Özkök’ün yazısı

Ertuğrul Özkök geçen günkü yazısında Fransız düşünürü Bernard Henri Levy’nin Cannes 2016’da gösterilen filmi Peşmerge için bir yazı yazdı. Hem onun filmle ilgili yazıp söylediklerini özetledi, hem de bundan yola çıkarak şu yargısını dile getirdi: “Ey Türkiye’nin Ortadoğu’da her gün hezimete uğramaktan bıkmayan ‘kırmızı çizgi’ bağımlıları...En geç iki yıl içinde bağımsız bir Kürt devletine hazır olun.

Ben o yıl Cannes festivalindeki son günümde gösterilen bu filmi izledim. Bu nedenle üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.

Levy’nin asıl adı Peshmerga olan filmi, 92 dakikalık bir belgesel. Levy hem yönetmiş, hem de ana çizgileriyle akışı, yani senaryoyu yazmış. Üç kişilik bir görüntü yönetmeni grubu da çekmiş, iki Fransız, biri Kürt. Film tümüyle kuzey Irak’ta çekilmiş. Bizlere Kürt savaşçılarının IŞİD’e karşı savaşımlarını anlatıyor. Değişik örgüt adlarını pek anmadan, sadece Kürt etiketi altında... Suriye’de olup bitenler üzerine kişisel bir yaklaşım belgeseli bu. Hareketli, sıcak, egzotik ve hayli sürükleyici.

Gösterimi festival başkanı Pierre Fremaux şöyle açtı: “Buradaki ve Fransa’daki tüm Kürtleri selamlıyorum.” Cannes’ın en büyük salonlarından olmayan Andre Bazin sineması oldukça kalabalıktı. Aralarında general  rütbesine dek çıkmış Kürt subayları, Barzani ailesinden birkaç kişi, bir kadın kadın yüzbaşı, Kürtlerin Ümmü Gülsüm’ü veya Madonna’sı diye anılan Leyla Fariki gibi kişiler vardı.  

Levy filminin son dakikada kabul edilip Cannes’da gösterilmesinin ‘Kürt savaşçılarının cesaret ve kahramanlıklarını bir tür tanıma jesti” olduğunu belirtti. Ve bu arada ayni festivalde tam 34 yıl önce, yani 1982’de Yol’la Altın Palmiye alan “büyük Kürt sanatçısı Yılmaz Güney”i de andı. Ne yazık kişisel olarak bu ilginç buluşmada hiç resim çekemedim. Çünkü makinamın bellek kartını laptopuma takılı olarak otelde unutmuştum. Bu da benim şanssızlığım!..

Peşmerge filminin özellikleri

Peşmerge adlı filmin bizde de gösterilmesini dilerdim. Bizim aleyhimize hiçbir şey içermeyen, hiçbir yalan, abartma veya suçlama taşımayan bir belgesel. Levy peşmergelerin 1988’de Saddam Hüseyin’in kimyasal silahlarına hedef olduklarından beri gerilla savaşına alışmış bir halk olduğunu hatırlatıyor. Yer yer Yezidilere, bazen de Mesud Barzani’ye eğiliyor.

Ama en çok, bizzat savaşanları gösteriyor ve çarpışmalarda sıcağı sıcağına yapılmış kimi çekimlere yer veriyor. Kürt görüntü yönetmeni Ala Hoşyar Tayyip, çekimlerde patlayan bir bombayla sol kolunu yitirmiş. Sahneye öyle çıktı ve Levy tarafından özel biçimde övüldü. Kimi yabancı eleştirmenler, Levy’nin gösteriş merakını, 2012 yılında da Cannes’a Libya savaşı üzerine bir belgeseli yine son dakikada yetiştirip bir gizem havası yaratma huyunu anıp eleştirdiler.

Ancak yaşayan en büyük Fransız felsefecisinin ezilen halkların ve acımasız savaşların sözcüsü olmasında ne sakınca var?. Kuzey İrak’ta, özellikle Musul ve çevresinde haftalar geçirmesi ve ortaya böyle oldukça yansız ve etkileyici bir filmin çıkması başlı başına bir olay. Ve aydın sorumluluğu denebilecek şeyin bir diğer ve çarpıcı örneği.

Öte yandan, yine Özkök, Levy ve ekibinin daha sonra Elysee Sarayı'na katılarak Cumhurbaşkanı Hollanda tarafından kabul edildiğini de yazıyor. Ve yine Levy’nin “terörizme karşı gerçek cephe” tweetini anıyor.  

Fransızlar ve özgürlük tarihi     

Şimdi... Öfkelenecek yerde duruma makro bir bakış atmaya çalışalım. Fransızların tarih içinde, daha 1789 yılındaki devrimle monarşilere karşı halk isyanını başlattığını unutmayalım. Gerçi o devrim sonradan bir iç kavgaya ve kıyıma dönüştü ve ülkenin başına yine bir imparator geldi. Avrupa’yı kana bulayan Napolyon Bonapart. Her ülkenin kendine göre tek adam tutkunları, imparatorluk meraklıları oluyor. Ve gelip tarih onları sahne dışına atıncaya dek, yapacaklarını yapıyorlar.

Ama Fransa o devrimi, onun “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ana sloganını ve temel mantığını hiç unutmadı. Yüzyıllar boyu hangi ülkede özgürlüğü ve bağımsızlığı için savaşan bir halk varsa, onun yanında durdu. Bizim kurtuluş savaşımızda da ilk başta işgalcilerin arasında yer aldıysa da, sonradan Mustafa Kemal’in adıyla birlikte Anadolu İsyanı başlayınca, hemen ona destek çıktı. Unuttuysanız, hemen açın, Claude Farrere veya Pierre Loti okuyun, göreceksiniz.

Bunu yazarken, Fransa’yı sütten çıkmış kaşık göstermiyorum. Emperyalizme bulaşmış her ulus gibi Fransa da her haltı yemiştir, Cezayir’in başkaldırısını bastırmanın bir tür soykırım olduğu da yazılıp çizilmiştir.

Fransa’nın çelişkili tutumları

Ama Fransa bir dönemde ekonomi ve kültürünü empoze ettiği ülkelere sonradan gerçek bir baba gibi davranmış, hepsine bağımsızlıklarını verdiği gibi, hep belli bir koruyucu tavır takınmıştır. Mağrip’ten başlayarak birçok Afrika ülkesi başta olmak üzere...Gerçi bir dönemde bağımsızlık diye tutturan Korsika adasına öyle davranmadı. Ama orası bir bakıma anavatandı. Ve olay gelip anavatana dayanınca işler değişiyor. Kimsenin, hiçbir iktidarın veya rejimin anavatandan bir karış toprak bile vermeye yetkisi ve hakkı yok.

İşte meselenin özü bu. Sizler yanı başınızda belki yarın, belki yarından da yakın önünüze gelecek bir bağımsız Kürt devletinin adını bile duymak istemiyorsunuz. Oysa bu gerçek ve büyük bir olasılık.

Ama siz, ayrıca kendi vatanınızda bile barışı ve güveni sağlayamıyorsunuz. Tüm Kürt örgütlerini, hiç ayrım yapmadan ve dış politika konusunda en küçük bir gerçekçilik bile edinmeden, tıpatıp ayni kaba koyuyor, Kürtlere karşı genel bir savaş yürütüyorsunuz. Seçilmiş milletvekillerini topluca önce meclis dışına, sonra hapse atmayı hayal ediyorsunuz.  

Ve her gün gözünü ölüm haberleriyle açan bir toplumda, bizim şehitlerimizin onlu sayılarda, onların ölümlerininse yüzlü sayılarda olmasını bize bir teselli diye sunuyorsunuz. Yarın onlarınkiler binlere, bizimkilerse yüzlere tırmandığında da aynı şeyi mi yapacaksınız?

Peki hiç ölümün olmadığı bir siyaset aklınıza gelmiyor mu? Fransa’dan İngiltere’ye, İspanya’dan Portekiz’e veya İtalya’ya (bir dönemin kuzey-güney ayrılması istekleri), benzer sorunları barışla, diyalogla ve anlaşmayla çözen ülkelere biraz eğilsenize...”

Evet yazım işte böyle…Tarihinin en sorunlu ve belalı dönemlerinden birini yaşayan yurdumuzda bu eskimiş davayı konu etmek doğru mu, doğrusu bilemiyorum. Ama bu sorun eninde-sonunda yine bize yansıyacak, gündemin bir köşesine gelip yerleşecek. Biraz düşünsek fena mı olur?

Bu arada o akıl almaz TUSAŞ saldırısını da tüm halkımla birlikte ben de lânetle anıyorum, hep öyle anacağım...

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.."

 

Yazarın Diğer Yazıları

Popüler bir Marvel serisinin sonuncu filmi

Venom: Son Dans filminde aile, üstün zekâ canavarları yener. Böylece filmin bu bölümleri biraz komediye kayar. Kara komedi de denilebilecek...

Atamızın biraz gölgede kalmış bir yanını keşfetmek

Ertan Saban belki Mustafa Kemal’i en iyi canlandıran oyuncumuz olmayabilir. Ama ona öylesine bir canlılık, öylesine bir ‘halkın içinden olma’ özelliği getirir ki... Helal olsun!.. Sanki Ata’mızı bizlere farklı bir boyutla, daha da sevdirir

En görkemli ve etkili aşk filmlerinden biri

İki baş oyuncusu, Andrew Garfield ve Florence Pugh inanılması zor bir başarıyla bu görkemli melodramı sırtlanmışlar. Garfield ayni fiziğiyle son derece etkileyici olurken, Pugh bir kadın için zor biçimde, fiziğini ve özellikle yüzünü öylesine değişimlere açıyor ki…

"
"