02 Kasım 2018
İHTİYAR ADAM VE SİLAH Yönetim ve senaryo: David Lowery Amerikan filmi |
Bu filmin belki asıl özelliği, Robert Redford’un son filmi olmasıymış. 83 yaşında (1936 doğumlu) bir oyuncu için yerinde bir karar mı, bilmiyorum. Ama onu çok özleyeceğimiz kesin...
Nasıl öyle olmasın ki...1960 yılında ve en çok TV’de başlamış bir kariyerin 1968’lerden itibaren bizlere armağan ettiği rolleri hatırlasanıza... Butch Cassidy and the Sundance Kid- Sonsuz Ölüm, Jeremiah Johnson, The Way We Were- Bulunduğumuz Yer, Akbabanın Üç Günü, Başkanın Tüm Adamları, Brubaker. Benim Afrikam, Havana, Atlara Fısıldayan Adam... Bir sinemaseverin unutamadığı birçok film, çok farklı roller.
Ama giderek yavaşlayan ve yeniden biraz TV’ye dönen bir kariyer. En son Netflix’te izlediğim, yaşıtı Jane Fonda’yla oynadığı Ruhların Sonbaharı ne şekerdi!.. Ve ardından gelen bu film yine ne hoş!..
Bu kez gerçek bir kişiliğin, Forrest Tucker’ın öyküsü anlatılıyor. Bu benim hatırladığım aktör Forrest Tucker (1919–1986) değil. Bir hırsız, iflah olmaz bir banka soyguncusu. 1920- 2004 arasında yaşamış, daha 15 yaşında hapse girmiş, hayatı sürekli hapishanelerden kaçmakla geçmiş, arada ise hiç bıkıp usanmadan soygunlarını sürdürmüş bir kanun kaçağı.
Film onun 70’li yaşlarında, kaçılamaz denen ünlü San Quentin hapishanesinden kaçışı ve ardından üç kişilik bir ekip kurarak üst üste soygunlara girişmesini anlatıyor. Bu arada yaşı yaşına yakın hoş bir kadın buluyor. Ve önünde onunla yeni ve sakin bir hayata başlama fırsatı açılıyor. Ama huylu huyundan vazgeçer mi?
New York Times gazetesinde çıkan bir yazıdan esinlenen film, bir klasik soygun hikâyesi değil. Hatta bu alanda çok aksiyon da içermiyor. Bu sanki bir ‘balad’; bir hüzün şarkısı; yaşlılığa adanmış, ama yine de belli bir sevinç, bir mutluluk duygusu içeren değişik bir yapım.
Aslında Redford rolü için yaşlı duruyor. O parşömen ya da haritaya dönüşmüş suratıyla... Ama ne gam!.. Atlara Fısıldayan Adam sanki bu kez kulağımıza bir başka masal fısıldıyor: hiç kimseyi yaralayıp öldürmeden, damla kan dökmeden, kadınlara nezaketi, çocuklara şefkati ihmal etmeden, adeta spor gibi art arda dizilen soygunlar. Ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmiş bir adamın tuhaf öyküsü.
Soyguncu üçlüde artık siyahi aktörlerin babası sayılan Danny Glover ve bir dönemin sempatik şarkıcı-oyuncusu Tom Waits’i görmek çok hoş. Yaşlı sevgilide bir dönemin unutulmaz oyuncusu, tam beş kez Oscar’a aday olup Coalminer’s Daughter’la (1980) kazanan 70 yaşındaki Sissy Spacek’i bulmak da öyle.
İnatla Tucker’ın peşine düşen poliste Ben Affleck’in ondan daha iyi oyuncu olan kardeşi Casey Affleck yine çok iyi. Elisabeth Moss ve Kevin Carradine da kadroyu zenginleştirmiş.
Ünlü ‘Amerikan Rüyası’na bu farklı yaklaşım, çok uygun birkaç ‘country’ parçayla süslenmiş. Bence yumuşak, duygusal, yer yer şiirsel bu soygun çeşitlemesi görülmeye değer...
YARIN: DUMBO
NOT: Bu ayki Milliyet-Sanat’ta ele aldığım film, Vincente Minnelli’nin Van Gogh’u anlatan Lust for Life- Ölmeyen İnsanlar filmi.
Fox filmi
Queen grubunu hatırlamamak mümkün mü? Hele o Bohemian Rhapsody parçasını... Ritmi sürekli değişen, sözleri Galileo’dan Figaro’ya ünlü isimler, hatta Bismillah sözcüğünü de içeren, kimi zaman bir koronun ya da solistin opera izlenimi veren yorumlarını da altı dakikalık süresine katan meydan okuyucu, sanki deneysel bir pop zirvesi.
İşte film bu parçadan, onu söyleyen1970-80’lerin ünlü grubu Queen’den ve onun unutulmayan solisti Freddie Mercury’den yola çıkıyor. 1970 yılında açılan film henüz Mercury soyadını almamış emekçi Faruk’u (asıl adı) karşımıza getiriyor. Hindistan’ın Parsi halkından ve Zerdüşt inançlı, tutucu bir ailesi var. Özellikle oğluna durmadan erdemli bir hayat öneren baba...
Ve Freddie hep Paki diye çağrılıyor, çünkü İngilizler onu Pakistanlı sanıyor. Ünlü İngiliz gruplarının en parlak döneminin geride kaldığı sanılan bir zamanda Freddie, zaten varolan bir gruba solist olarak katılıyor. Ve Queen doğuyor. Grup Freddie’nin olağanüstü sesine eklenen müthiş sahne şovuyla büyük ün yapıyor. Önce ABD fethediliyor, sonra tüm dünyayı kapsayan turneler yapılıyor. Ve gerisi geliyor.
Film öncelikle 70’li yılları ve özellikle Londra’yı her şeyiyle görkemli biçimde canlandırıyor. Queen grubu ise gitarcı Brian May (Gwylim Lee), basçı John Deacan (Joseph Mazzello) ve davulcu Roger Taylor’la (Ben Hardy) birlikte sanki yeniden hayat buluyor. Her şeyin Teorisi, En Karanlık Saat gibi önemli filmlerin yazarı olarak bilinen Anthony McCarten’in özenli senaryosu, en çok Olağan Şüpheliler, Operasyon Walkyrie, X-Men serisi gibi önemli filmleriyle hatırlanan Bryan Singer’in akıcı yönetimiyle perdede görselleşiyor.
Mercury son derece kendine özgü bir kişilik. Bir müzik dehası, ama sayısız zaafı da var. Kendini biseksüel saysa da aslında eşcinsel. Peşine düşerek tavlayıp evlendiği Mary’yi (Lucy Boynton) gerçekten seviyor. Belki daha çok ona ihtiyacı var. Ama aslında gözü hep erkeklerde... Yakınındakilerle iki büyük ilişkisini gördüğümüz gibi, uzaktan ‘tuvalet maceraları’na bile tanık oluyoruz!..
Ve o dönemin müzik endüstrisinin içyüzü, patron-işçi, sermaye-sanat, müzisyen-menejer ilişkileri gösterişli biçimde karşımıza geliyor. Karmaşık ve patetik entrikalar olarak...
Ama aslında bu elbette bir müzik filmi. Ne raslantıdır ki Bir Yıldız Doğuyor ve Müslüm filmlerinden hemen sonra geliyor. Ve sanki bu türe olan sevgimizi ve inancımızı pekiştiriyor.
Gerçi farklı filmler. İlki bir hikayeye ve country-pop türlerine dayalı. Müslüm, malum, arabesk’e yaslanan bir biyografi. Bu filmse rock’a dayalı bir diğer biyografi. Benim için çok farkı yok: tüm türlere gönül kapılarını açmış bir müzik sevdalısı olarak...
Önemli olan elbette sinema...Bu açıdan, bu filmin bir adım öne geçtiği sanırım söylenebilir. Tüm müzikal bölümler, ister konser, ister esin ve besteleme, isterse prova, yoğun bir müzik duygusu ve onu en iyi biçimde veren bir sinema başarısı içeriyor.
Ama Wembley konserini bir kenara koyun. İngiltere’nin bu ünlü stadyumu, 90 bin kişilik kapasitesiyle bir dönemin en büyüklerindendi.1985 yılında, Freddie yüzünden ayrılan grup yine onun çabasıyla birleşmiş ve orada, Bob Geldof’un öncülüğüyle AİDS’le savaş için düzenlenen Live Aid konserlerinde en ünlü gruplarla bir araya gelip çalmıştı.
O bölüm, benim uzun sinema yaşamımda gördüğüm en etkileyici, en parlak konser sahnesi. Kendinizi o görkemli kitlenin içinde hissettiğiniz; We Will Rock You, We Are The Champions, Another One Bites the Dust vb. klasikleri dinlerken perdedeki sinema olayına da parmak ısırdığınız bir bölüm. Bu arada Wembley’in 2003’de yıkılıp yeniden yapılmış olduğunu da ekleyeyim.
Ve başroldeki Rami Malek. Mısır kökenli ortodoks bir aileden gelen ve Bay Robot adlı dizsiyle üne kavuşmuş Amerikalı bir oyuncu. Bu rol için düşünülen Sacha Baron Cohen’in yerine son dakikada alınmış.
Gerçi sahici Mercury daha yakışıklı, daha erkekçe duruyor. Ama Malek öylesine iyi oynamış...Freddie’nin ‘vücut dili’ni öylesine iyi taklit etmiş...Ve onun gerçek sesini kullanan filmin tüm müzikli sahnelerinde ağzını ve yüzünü öyle iyi kullanmış ki...Sanki söyleyen gerçekten o...
Ve de o yılların birçok ünlüsü gibi AİDS olduğunu anladığı bölümlerde öylesine mahzun, öylesine içburucu ki....Oscar ödüllerinde önde gelen bir aday olacağı kesin.
Bir nokta daha... Yakın zamanda bir başka film için de olmuştu. Baktığım sinema sitesi IMDB’de, profesyonel eleştirmenlerin büyük çoğunluğu filme pek yüz vermemiş. Ama sinemasever okurlar ittifak halinde bayılmış. Bu kez gönlümün –aklımın da!- tümüyle okurlardan yana olduğunu söylemeliyim.
Kısacası: bizde de kim ne derse desin. Siz bu filmi görün. Müzikle asgari bir ilişkiniz varsa elbette...
Yarın: CLİMAX
Not: Haftanın ilginç Türk filmi İYİ OYUN eleştirim ortakoltuk.com sitesinde.
Digiturk’te Accused ve diğer diziler, Oksijen’in büyük başarısı ve başka şeyler
İnsan bedenine yapılan ve yapılabilecek her türlü işkencenin bile etkilemediği bir direnç kazanır Nathan... Artık perde bir korku tiyatrosu haline gelmiştir. En sabırlı seyirciyi bile isyan ettirecek kadar…
Bahçeli Bey şöyle diyor: “Yargıya saygı duy, partinde otur.” Özel’in yanıtı: “Milletin sesini duy, darbeye karşı dur.” Hangisini tercih edersiniz?
© Tüm hakları saklıdır.