İRLANDALI X X ½
(The İrishman)
Yönetmen: Martin Scorsese Senaryo: Steven Zaillian Görüntü: Rodrigo Pieto Müzik: Robbie Robertson Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel, Ray Romano, Bobby Carnavale, Anna Paquin, Stephen Graham, Stephanie Kurtzuba, Jack Huston, Kathrine Narducci
Bir Netflix yapımı.
|
The İrishman'i sonunda izleyebildim. Biraz da şu Koronavirüs günleri sayesinde... Yoksa ülkemizde gösterilmeyen, sadece Netflix'te yayınlanan bu tam üç buçuk saatlik filme zaman ayırmak, o hızlı tempomuzla kolay değildi. Ama şu günlerde, ikiye bölerek de olsa izleleyebildik.
Film Martin Scorsese üstadın son filmi. Yani 1942 doğumlu, Latin (İtalyan) kökenleri olan, 1960'larda kısa filmlerle başlayıp 1967'den itibaren uzun filmlere yönelen Amerikan ustası...
Ve onca filmi arasında özellikle Mean Streets, Taksi Şoförü, New York New York, Kızgın Boğa, New York Üçlemesi, Sıkı Dostlar, Casino, Kundun, Yaşamın Kıyısında, Köstebek, Hugo, Para Avcısı gibi başyapıt düzeyinde bir düzineyi aşkın filmi bulunan sanatçı. Ki egzotik yerlere uzanmış olsa bile, asıl gözde mekanının doğup büyüdüğü New York olduğu kolayca anlaşılan...
Scorsese yine gözde dekoruna dönüyor. Ve bize Amerikan Rüyası denen şeyin gerçek yüzünü göstermeye çalışıyor. Bir kez daha...
Charles Brandt'ın kitabından uyarlanmış olan hikâyenin kahramanları gerçekten yaşamış kişiler. Biri Frank Sheeran. İkinci Dünya Savaşı'na katıldıktan sonra dönüşünde Pennsylvania'da kamyon şoförlüğü yapmış; oradan Philadelphia'da bir çeteye girmiş, özellikle Russell Buffalino'nun vurucu adamı olarak çeşitli suçlara karışmış biri...
Öte yandan, James Riddle Hoffa var. Kısaca Jimmy diye tanınan... O da sendikacılığı seçmiş bir eski silahşör. The International Brotherhood of Teamsters - Kamyoncuların Evrensel Kardeşliği adlı örgütün kurucu başkanı. Tüm hayatını da buna adamış bir kişilik. Öylesine ki bu uğurda dört yıl hapis yatmayı bile göze almış!..
Ama öylesine bir dönem ki... Gangsterlik daha çok İtalyan usulü bir mafyacılık maskesi ardında, neredeyse 1930'ların o Büyük Bunalım sonrası ABD'sindeki kadar almış yürümüş... Organize sendikacılıkla organize suç elele tutuşmuş... John Kennedy'nin Küba'ya Domuzlar Körfezi çıkarması bile (ki fiyaskoyla sonuçlanmıştır) o grupların Küba'daki yasadışı kumar işiyle bağlantılı. Ve o Kennedy ki iki yıl sonra, 1963'de en gizemli biçimde öldürülecektir. Velhasıl tam anlamıyla karışmış bir Amerika...
Bu kargaşa içinde, Russell yeğeni çete avukatı Bill aracılığıyla Frank'ı ve Hoffa'yı bir araya getirir. Sendikacı olduğu halde Cosa Nostra (dönemin yasadışı güçlerinin İtalyan kökenli adı) ile temastan kaçınmayan Hoffa, Franka'la dost olur. Ama çete savaşları ve çıkar mücadelesi bitecek gibi değildir. Ve Hoffa'nın sendikayı tek başına yönetme tutkusu üst üste cinayetlere yol açacaktır. Fazla değil, iki düzine kadar!..
Film Büyük Elma'yı (NewYork'un argo adı!) iyi kullanan, eksiksiz bir dönem duygusu veren, Rodrigo Pieto'nun görüntülerine yaslanmış bir yapım. Görüntü demişken yer yer uzun tek çekimlere; hemşireli ya da rahipli kimi sahnelerdeki çok ustaca kamera hareketlerine ya da kimi ralanti (yavaşlatılmış) bölümlere dikkatinizi çekerim.
Aynı biçimde Robbie Robertson'n müziği de iyi. Yer yer kullanılmış dönem şarkıları da: You Belong To Me, Cry (Johnnie Ray'den), İn The Still of the Night, I Hear You Knocking, El Negro Zumbon, Delicado, A White Sport Coat, Canadian Sunset, Stranger on the Shore, La Vie En Rose, Aldila vb. parçalar da çok iyi seçilmiş.
Bu arada filmde Frank'ın Jimmy için söylediği bir sözü hemen hatırlatayım. Şöyle diyor: "50'lerde o bir Elvis'ti. 60'larda ise tüm Beatles kadrosundan büyüktü!"
Ayrıca gerçeklik duygusunu arttıran bir şey daha var. O da filme göre çoğu İtalyan kökenli olan kişilerin filmde de sık sık bu dili konuşmaları. Gerçi Frank İrlanda kökenli, filmin adının da belirttiği gibi... Yahudiler de bol... Ve o kültüre dokunuşlar da... Ama sonuç olarak, bu temelde bir Mafya hikâyesi. Hakim olan dil de onun dili.
Bir temel şey daha var. Bu insanlar iyisiyle kötüsüyle hiçbir biçimde idealize edilmemiş, yüceltilmemiş. Tersine, en alt kademedeki sosyal sınıfları çerçevesinde çizilmiş. Alabildiğine kaba, yemek yemeleri mide bulandırıcı, hep biraz çocuk kalmış, en iyileri bile yeni yetme mantalitesi taşıyan kişiler. Kadınları bile sıradan, bayağı. Yani tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş dedirten...
Ve de oyuncular... Öyle bir kadro ki, filmi alabildiğine yüceltmesi beklenir. Ama öyle olmuyor; ne yazık ki... Bu da en çok senaryonun ana yapısından kaynaklanıyor.
Çünkü hikâye yıllar sonra, tüm bu ölümlerden nasılsa sıyrılmış Frank'ın sorgulanmasıyla açılıyor. Özellikle de 1975 yılında birden ortadan kaybolan ve cesedi bile bulunmayan Hoffa'nın ölümü hakkında... Ki onun hikâyesi de ayrı bir filmde anlatılmıştı: Hoffa/ Senaryo: David Mamet/ Yönetmen: Danny De Vito/ Baş oyuncu: Jack Nicholson...
Böylece film uzun bir zamanın (20 yıla yakın) ayırdığı iki ayrı dönemde geçiyor. Ama özellikle erkek karakterlerini aynı oyuncular oynuyor. Bu da onlara, özel teknik deyimle "dijital gençleştirme" işleminin uygulanmasını getirmiş.
Sonuç: yaşlılığı için gayet uygun, ama filmde daha çok yer tutan gençliği için fazla 'gergin', aşırı yapay bir Robert De Niro. Ve gerginliğin yanısıra bence abartılı oyunuyla da zor izlenen bir Al Pacino.
Oyuncu kadrosunda ön plana çıkan, eskilerden Joe Pesci. O da bir Scorsese oyuncusudur: ama 20 yıldır unutulmuş... Ancak Russell Buffalino'da öyle sağlam bir karakter çiziyor ki... Bu arada Harvey Keitel'i neredeyse tanımadığımı söylemeliyim: Angelo Bruno rolünde. Ama zaten çok az gözüküyor.
Uzun zamandır görmediğimiz Anna Paquin ise küçük, ama iç burucu bir kişilik çiziyor: Frank'ın dört kızından en büyüğü Peggy olarak... Küçüklüğünden beri babasını uzaktan korkuyla izleyen, kötü işler yaptığını sezen, ona hiç yaklaşamayan bir evlat. Yıllar sonra onu hasta yatağında, en küçük bir sevgiye muhtaç halde bulunca, tavrını değiştirebilir mi? Yanıtı filmde...
Evet, işte böyle. İyi-kötü, eksik-gedik, dengeli-aşırı, doyurucu-itici yanlarıyla, belki ancak bir yarım başarıdan söz edilebilir. Son tahlilde, sinefiller bir göz atmalı derim.
Bir yabancı yazarın şu sözüyle birlikte:
"Film uzun ve karanlık. Bir Dostoyevsky veya Dreiser metni kadar uzun; bir Rembrandt resmi kadar karanlık."
Not: Theodore Dreiser klasik bir Amerikan yazarı. An American Tragedy (bu adla ve A Place in the Sun- İnsanlık Suçu adlarıyla sinemalaştırılmıştı); Carrie gibi romanları var.