20 Şubat 2015

Savaşta Alman-İngiliz teknolojik çatışması

Baştan sona tipik İngiliz olan öykü boyunca, derinden derine o ünlü İngiliz mizahı kendini hep duyuruyor

ENİGMA   (The İmitation Game)  X X X X X

Yönetmen:  Morten Tyldum
Senaryo: Graham Moore
Görüntü:  Oscar Faura
Müzik: Alexander Desplat
Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Keira Knightley, Matthew Goode, Rory Kinnear, Charles Dance, Allen Leech, Matthew Beard, Tom Goodman-Hill, James Northcote, Steven Waddington / Amerikan filmi 

 

Ne ilginç bir hafta!...Ayni hafta içinde, ikisi ikinci dünya savaşı, bir diğeriyse ABD’nin Irak savaşındaki varlığına değinen iddialı üç ‘erkek filmi’ karşımıza geliyor. Farklılıkları içinde 20. yüzyılın kimi dönüm noktalarına eğilen, bize çok şeyler hatırlatıp öğreten filmler...

Enigma bunların arasında en iyisi. İkinci savaşa bu kez İngiltere cephesinden bakan film, gerçek bir kişiliğin, dönemin tanınmış bilim ve teknoloji uzmanı Alan Turing’in yaşamına eğiliyor. Ama hem senaryo, hem sinema olarak sanırım diğerlerinin önünde duruyor.

Turing üzerine yazılmış Andrew Hodges kitabından (Alan Turing: Enigma) uyarlanan film, bu ilginç kişiliğin ikinci dünya savaşı boyunca verdiği uğraşın ana duraklarına götürüyor bizi...Bir matematik dehası olan ve bu yüzden sorunlu bir okul çağı geçiren Turing (çünkü dahiler, malum, hep dışlanır ve itilip kakılır!), ülkesinin Almanla’yla savaşa girmesiyle birlikte askeri teknoloji bölümünde görev alır: iletişimi son derece zayıf, asi ve egoist kişiliğine rağmen...Ve bir kelime Almanca bilmese de, Alman teknolojisinin savaş için geliştirdiği Enigma haberleşme sistemini çözmeyi dener.

Bunun için üzerinde çalıştığı ve günden güne geliştirdiği, bir duvarı kaplayan Christopher adlı dev aygıt (bu ad onun için çok şey ifade eden okul arkadaşının adıdır), anlaşılan günümüzün bilgisayarının atasıdır. (Hernekadar imdb sitesinde bunun tartışmalı olduğu ve o cihazın başka türlü bir şey olduğu söyleniyorsa da..)

Bu ilginç yaşam öyküsü, çok başarılı biçimde sinemalaşmış. Baştan sona tipik İngiliz olan öykü boyunca, derinden derine o ünlü İngiliz mizahı kendini hep duyuruyor. Hayli dramatik bölümler de yok değil –özellikle finale doğru...Ama genelde o İngiliz humour’unun ve alaycılığının egemenliği var. Üstelik Turing’in başardığı işin savaş sırasında ve de sonrasında (tam 50 yıl boyunca!) gizli tutulması, bunu hiç bilinmeyen, ama gerçek bir serüvene dönüştürüyor. Hem de ne serüven...

Filmin bu savaş içinde bilimsel ve teknolojik macera kıvamına bir de çok farklı boyut ekleniyor. O da Turing’in eşcinselliği. Okul çağında en büyük aşkını yaşamıştır: erken ölen Christopher’le... Sonrası ise kaçamaklar –bize pek gösterilmeyen...Tuhaf biçimde hayatına giren ve evlenmek zorunda kaldığı bilim kadını Joan Clarke bile onun bu dürtüsünü engelleyemez. Savaştan sonra üniversiteye geçen, ama bu huyunu sürdüren Turing, dönemin hoşgörüsüz devleti tarafından ‘hormon tedavisi’ne mahkum edilir. Bu ise onu sağlığından koparacaktır: 1954’deki acı akibetine dek...

Tüm bunlar ve başka şeyler, filmde sağlam bir görsellikle karşımıza geliyor. Ve ülkesinde hayli çalışsa da bir dış ülkede ilk filmini çeken 1967 doğumlu Norveçli yönetmen Morten Tyldum’u bize tanıtmış oluyor.

Tüm o İngiliz genç erkek oyuncular takımı olağanüstü. Yaşlı usta Charles Dance ise politikacı Denniston’da harika. Filmin hemen tek kadın oyuncusu, özlediğimiz Keira Knightley de son derece formda olarak dönüş yapıyor.

Filmin bu yıl en iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo, erkek oyuncu (Benedict Cumberbatch) ve yardımcı kadın oyuncu (Knightley) dallarındaki Oscar adaylığı, bu ortak başarının sonucu. Günümüzün parlak İrlandalı aktörü Cumberbatch, gerçekten de birinci sınıf bir oyun sergiliyor. Öylesine Oscar’lık ki...Ama ya Steve Carrell, ya Bradley Cooper...Ya da  henüz göremediğim, ama çok beğenilen Eddie Redmayne derseniz...Ben de seçemiyorum!...

 

Angelina tam bir ‘erkek filmi’ yönetmiş!...

 

BOYUN EĞMEZ  (Unbroken) X X X 

Yönetmen:  Angelina Jolie
Senaryo: : Joel Coen, Ethan Coen, Richard LaGravanese, William Nicholson
Görüntü:  Roger Deakins
Müzik: Alexandre Desplat 
Oyuncular: Jack O’Connell, Domnhall Gleeson, Garrett Hendlund, Miyavi, Finn Witrock, Jai Courtney, Vincenzo Amato, Alex Russell, John Magaro / UİP (Universal) filmi.

 

 

Angelina Jolie’nin onca ‘hayır işi’ ve evlat edinme etkinliği içinde sinemayla ilişkisi de sürüyor. Üstelik yalnız oyuncu olarak değil, yönetmen ve yapımcı olarak da...Bir belgesel, bir konulu film (Kan ve Aşk- 2011) ve bu üçüncü filmi. Hemen ardından ikisi daha geliyor.

Girişteki alaylı gözükebilecek tonuma bakmayın...Onu gerçekten takdir ediyorum. Her açıdan zirvede olup yine de kendisini adeta tüm dünyanın sefalet ve yoksunluğuna adamak, Türkiye’dekiler dahil sayısız göçmen kampını ziyaret etmek, ilk filmini Bosna kıyımına adamak. Ve bunca dolu bir sosyal ve medyatik yaşam içinde, eşini ve çocukların hiç ihmal etmemek...Bu açıdan, hep karşımıza çıkan o yeminli “Jolie düşmanları”nı hiç anlamıyorum.

Bu filmi de beğenmeyenler oldu. Tıpkı ilk filmi gibi. Ben onu görememiştim, ama bunu sevdim doğrusu...Çok büyük bir film olmayabilir. Ama hem o güzel kadının öylesine zor bir işe sıvanması, hem de bunu gayet iyi başarması doğrusu beni şaşırttı. Klasik, ama etkileyici bir film, özetle...

Film gerçek bir kişilikten yola çıkıyor: Amerikalı tanınmış atlet Louis Zamperini. İtalyan kökenli Zamperini’nin çocukluğunu da geriye dönüşlerle görüyoruz. Ve ağabeyi Fred’in büyük desteğiyle, bu çelimsiz, hep itilip kakılan çocuğun nasıl bir büyük koşucu olmaya doğru gittiğini izliyoruz.

 Zamperini hep kazanıyor. Ve sonunda, Hitler faşizmi altında yapılan o ünlü 1936 olimpiyatlarında Nazilerin büyük öfkesini çeken Amerikan atletizm zaferinin neferlerinden biri oluyor.

Sonra birden savaş geliyor. Jolie bizi hazırlıksız, sanki birden savaşın içine sokuyor: Pasifik’teki bir bombardıman uçağı takımının içinde...Bu gökyüzü savaşının eski filmleri hatırlatırcasına gayet iyi çekildiğini ve seyirciyi savaş atmosferine soktuğunu söylemeliyim.

Sonra uçak düşüyor. Ve Louis iki arkadaşıyla birlikte, kendisini okyanusta bir sandalın içinde buluyor: tam 47 gün geçirecekleri, açlık ve susuzlukla, köpek balıklarıyla ve tepelerinde dolaşıp duran Japon uçaklarıyla boğuşacakları.

Ve sonra, bir Japon esir kampı. Burada Japon usülü işkenceye maruz kalırken, kamp subayı Watanebe’nin özel sadizminin de tadına varıyorlar. Ünlü bir Japon rock starı olan Miyavi’nin (asıl adı Takamasa İshihara imiş) bebek yüzü ardında gizlenen gerçekten tüyler ürpertici bir sadizm....Ve acıklı öykü orada da sürüyor.

İlk filmi ağır eleştiriler alan Jolie, bu kez ipni sağlam kazığa bağlamış, Aralarında efsane Coen Kardeşler de bulunan tam dört kişinin yazdığı senaryo, büyük bir bütçe, görüntüde Roger Deakins,  müzikte Alexander Desplat gibi ustalar. Ve sanırım bir dizi tarih ve savaş danışmanı.

Ama kendi çabası da küçümsenecek gibi değil. ‘Zor’ çekimleri (devasa Berlin stadyumu, savaş, okyanus günleri, kalabalık kamp sahneleri) çok iyi başardığı gibi, özellikle finale damgasını vuran o psikolojik ağırlıklı çekimler de kusursuza yakın. Hele Zamperini’yle can düşmanı Japon arasındaki son çekişme, adeta ‘final maçı’ olan o bölüm, insanı altüst ediyor. Savaşın insanın hayatı kadar onuruna da düşman olan ağırlığı ve her koşulda ayakta kalmasını bilen o insan iradesi, sağlam bir görsellikle perdede hayat buluyor ve belleklerimize yerleşiyor.

Tüm o kalabalık erkekler kadrosu, bedenlerindeki zayıflıktan gözlerindeki korkuya, görevini eksiksiz biçimde yapıyor. Sonuç olarak, bu klasik, ama güzel film de görülmeyi hak ediyor. 

Yarın: KESKİN NİŞANCI

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

"
"