Sanki Hitchcock ve Tarantino bir yerde buluşuyor!..
Hem bir dönem, hem bir gizem filmi olan, entrikası kadar müziğiyle de seçkinleşen bu ayrıksı filmi kaçırmayın
EL ROYALE’DE ZOR ZAMANLAR
(Bad Times at El Royale)
X X X X
Yönetim ve senaryo: Drew Goddard Görüntü: Seamus McGarvey Müzik: Michael Giacchino Oyuncular: Jeff Bridges, Cynthia Erivo, Dakota Johnson, Jon Hamm, Lewis Pullman, Chris Hemsworth, Cailee Spaeny
Fox filmi.
Hemen hiç tanımadığımız bir yazar-yönetmenden son derece sürprizli ve şaşırtıcı bir film. Ama her açıdan olumlu yönde!..
Film ABD’de Nevada ve California eyaletlerinin tam kesişme noktasındaki eski bir otelde geçiyor: El Royale. Bu zaman açısından da bir kesişme: 1969 yılı 60’ların bitip yeni bir on yılın başlamasına çok yakın değil mi?
Bu otele hemen hemen birbiri ardından gelen (bir raslantı bu!) yedi kişiyle tanışıyoruz. Konuşkan, esprili, oteli ve geçmişini bilir gözüken satıcı Laramie (Joh Hamm); dinsel giysisi ve yaşıyla saygı uyandıran papaz Flynn (Jeff Bridges); mesleğinde istediği yere gelememiş ve son bir şans için yakındaki Reno’da bir konsere giden siyahi soul şarkıcısı Darlene (Cynthia Erivo); küçük kızkardeşi Ruith’la (Cailee Spaeny) gelmiş asi ve hippi karakterli güzel Emily (Dakota Johnson); birzamanlar çok gözde olup neler neler görmüş otelin genç, ama işinde yıllanıp acılaşmış çalışanı Miles (Lewis Pullman).
Ve de sürprizli bir son bölümde ortaya çıkan, son derece yakışıklı, ama ayni ölçüde çılgın ve tehlikeli bir tarikatın karizmatik lideri Billy Lee (Chris Hemsworth).
Tüm bu kişilerin gizli ve yasadışılığa kayan amaçları vardır. Çok özetle, ‘Rahip’ Flynn yıllar önce katıldığı ve o yüzden uzun süre hapis yattığı bir soygundan gelip otele saklanan parayı bulma peşindedir. Laramie’nin devlet örgütleriyle ilişkisi vardır. Darlene belki gerçekten de bir müzik tutkunudur, ama elinden başka şeyler de gelir!..
Emily ve Ruth olasılıkla korkunç bir cinayete karışmışlardır. Miles bu otelde geçen sayısız ürkünç olaya tanık olduğu gibi, yüzlerce insan öldürmüş olmanın da vicdan azabı içindedir. (Bunların Vietnamsavaşındaki düşmanlar olması çok şey değiştirir mi?). Billy ise elini kolayca kana bulayabilen bir modern Charles Manson’dur sanki!..
Bu uzun film (140 dakika) süresini hissettirmeyen bir akışkanlık ve açık bir sinema duygusu taşıyor. Devasa eksi otel dekoru son derece başarılı. Hele bunun hemen tüm odalarında olup bitenlerin, odalar boyunca uzanan bir koridordaki tekyanlı aynalar sayesinde izlenebilir olduğunu görmek... Ve film boyunca bunun deneyimini bizzat yapmak, çok iyi bir buluş. Görüntü yönetmeni Seamus McGarvey’i ayrıca kutlamak gerek.
Daha önemlisi, her bir karakterin özgünlüğü ve hikayesinin çarpıcılığı. Yazar-yönetmen kimi vurucu sahneleri birden çok göstermeyi seçmiş: ikincisi öteki kahramanın bakışıyla olmak üzere...Bu da bu hem entrika, hem de dram açısından yüklü olan hikayeyi daha iyi kavramamıza yardımcı oluyor.
Bir eleştirmen film için “Tarantino’yla Hitchcock arasında” demiş. Doğru yanları olan bir yaklaşım. Ama hikayenin bir Hitchcock filmi için çok dağınık olduğu söylenebilir. Usta daha çok ‘konsantrasyon’ severdi. Tarantino içinse yeterince geveze değil!...
Oyuncular harika. Jeff Bridges ve Jon Hamm zaten birer usta. AmaCynthia Erivo’ya nasıl hayran olmazsınız? Şarkıcılığıyla atbaşı giden giden oyunuyla? Hele gözde şarkılarımdan Unchained Melody’yi söylerken gözümden yaşlar geldi. Yepyeni Lewis Pullman, otel çalışanında öylesine iyiydi ki.. Ayni şey, bu filmdeki tarikat lideriyle yakışıklılığıını unutturacak kadar sağlam bir oyun veren Chris Hemsworth için de söylenebilir. Ayrıca 60’lardan gelen şarkılar da çok iyi kullanılmış.
Hem bir dönem, hem bir gizem filmi olan, entrikası kadar müziğiyle de seçkinleşen bu ayrıksı filmi kaçırmayın.
Her gün gözünü ölüm haberleriyle açan bir toplumda, bizim şehitlerimizin onlu sayılarda, onların ölümlerininse yüzlü sayılarda olmasını bize bir teselli diye sunuyorsunuz. Yarın onlarınkiler binlere, bizimkilerse yüzlere tırmandığında da aynı şeyi mi yapacaksınız?
Ertan Saban belki Mustafa Kemal’i en iyi canlandıran oyuncumuz olmayabilir. Ama ona öylesine bir canlılık, öylesine bir ‘halkın içinden olma’ özelliği getirir ki... Helal olsun!.. Sanki Ata’mızı bizlere farklı bir boyutla, daha da sevdirir