12 Kasım 2017

Polisiye yazının bir zirvesi yeniden sinemada

Agatha Christie uyarlamaları içinde saygın bir yer tutmaya aday, nostaljimize seslenirken modern olmayı da unutmayan bir polisiye

 

DOĞU EKSPRESİNDE CİNAYET X X X X
(Murder in the Orient Express)

Yönetmen: Kenneth Branagh
Senaryo: Michael Green
Görüntü:  Haris Zambarloukos
Müzik: Patrick Doyle
Oyuncular: Kenneth Branagh, Michelle Pfeiffer, Johnny Depp, Penelope Cruz, Josh Grad, Derek Jacobi, Judi Dench, Willem Dafoe, Lucy Boynton, Sergei Polunin, Tom Bateman, Leslie Odom Jr, Daisy Ridley, Marwan Kenzari, Olivia Colman, Manuel-Garcia Rulfo

Fox filmi

 

 

Gizem kraliçesi Agatha Christie’nin romanları birçok kuşak tarafından açlıkla tüketilmiştir. Aralarında benim de olduğum... Gençliğimde bir süre Paris’te yaşarken ‘bit pazarı’ndan ucuza bulduğum Fransızca çevirilerini bavulla İstanbul’a getirmiştim, hala da durur!...

Christie hayranlığım sinemada karşılığını buldu. Hem de parlak biçimde...Bunun kısa özetini bu ayın (Kasım 2017) Milliyet- Sanat dergisinde, bu filmin 1974’daki klasikleşmiş Sidney Lumet yorumunda yaptım. Meraklıları bakabilir.

Christie’nin 1934’de yayınlanan romanında, olaylar o yıllarda geçiyor. Her milletten gelen bir grup insan, İstanbul’dan Avrupa’ya giden Orient Express- Şark Ekspresi’nde buluşurlar. Fakat daha başlarda bir gece, aralarındaki eksantrik ve şüpheli Amerikalı Edward Ratchett öldürülür. Cinayeti çözmek elbette yolcuların arasında bulunan ünlü Belçikalı detektif Hercule Poirot’ya kalacaktır.

Birkaç kez sinema ve TV için çekilen hikâyeyi, en azından entrikanın temelini (katil kim?) gerçek gizemseverler mutlaka bilir. Bense andığım yazı için daha geçen ay Lumet filmini izlediğim için, filme başka bir merakla baktım: kıyaslama yapmak için...

Öncelikle temel birkaç fark var. Lumet filmin başında cinayetin özünü oluşturan New York’taki kaçırma olayına odaklanır. Oradan İstanbul’a ve trene geçer.

Branagh ise açılışı Kudüs’te yapıyor. Ve ünlü Ağlama Duvarı’nın önünde ve üç dinin temsilcileri huzurunda (papaz, haham ve imam), Poirot’nun bir suçluyu ortaya çıkarmasını görüyoruz. İlginç, çünkü hikayenin Orta-Doğu’yla ve inanç kavramıyla ilişkisi daha iyi ortaya çıkıyor. Ayrıca kimi kahramanlarının ırkını değiştirmiş: örneğin ilkinde Sean Connery’nin oynadığı Doktor Arbuthnot rolü bu kez siyahi sanatçı Leslie Odom’a düşmüş!..

Ayrıca o filmde tren durur, çünkü cinayeti araştırmak için Yugoslav polisi gelecektir. Oysa burada doğal bir afet olur: tren, hem de yüksek bir köprünün tam üzerinde, kara saplanıp kalır. Bu dramatik durumun filmin gerilimini arttırdığı gibi, o sahnelere müthiş bir görsellik sağladığı da söylenebilir.
Kıyaslamaların ötesinde, bence bu filmin yapısı da sağlam kurulmuş ve de gayet iyi yürüyor. Görsellik açısından kusursuza yakın. İstanbul bölümleriyse, her ne kadar ünlü oyuncuları ilkindeki gibi buralara kadar gelmedilerse de, İstanbul hissi yaratılabiliyor: hayli oryantalist bir bakışla olsa da...

Kimi görsel yenilikler çarpıcı olmakla kalmıyor, yapıta farklı yorumlar katıyor. Örneğin Poirot’nun trene ilk binişinde vagonları hızla yürüyerek kat’etmesi, dışardan çekilmiş nefis bir kaydırmayla verilmiş. Ayni biçimde, Ratchett’in cesedinin bulunması sahnesinin üstten çekilmesi de etkili.
Senaryodan gelen değişiklikler de önemli.

En son Logan ve Blade Runner 2049 filmleriyle karşımıza gelen yazar-yapımcı Michael Green romanı iyi özetliyor.

Benim hoşuma giden şeylerden biri, Poirot’nun bir yandan Charles Dickens okuyup öte yandan kaybettiği tek aşkını anmasının yanı sıra, bu karmaşık cinayeti çözmede zorlanmasının çok iyi verilmesi. Uzun uzun düşünmesi, tüm verileri kafasında bir kez daha irdelemesi, sanki gerçeği bulmak için kıvranması...

Ve sonunda, belki klasik film kadar gösterişli olmayan, sanıkları trenin içinde dağınık bir halde değil, upuzun bir masada, sanki bir aile resmi çektirir gibi bir araya getiren bir dekorda çözümü açıklaması. Ki bana daha etkileyici geldi.

Ayrıca çözümün hemen sonrasında, cinayet anını gösteren siyah- beyaz bölüm sanki her şeyi daha bir dramatik kılıyor.

Oyunculuk da ayrı bir alem... İngiliz dehası, tiyatro ve sinemada yazar-oyuncu-yönetmen Kenneth Branagh, Belçikalı detektife Albet Finney, Peter Ustinov, David Suchet gibi öncüllerinden sonra yepyeni bir lezzet katıyor: ince zekasından her şeyde kusursuzluk arayışına, bir yazarın dediği gibi “aslan yelesini andıran bıyığı”ndan abartılı aksanına...

Kalabalık kadroda öne çıkanlar Rus prensesinde ‘Dame’ ünvanlı Judi Dench, kötülük simgesi Ratcheff’de Johnny Depp, uşağında Derek Jacobi, özel sekreterinde Josh Gad.

Ama en başa yeniden parlak bir dönüş yapan Michelle Pfeiffer’i ve onun erkek avcısı Amerikan dulu Mrs. Hubbard kişiliğini koymak gerek.

Daha yenilerdeyse, Rus kontunda gerçek bir balet olan (ve bunu belli eden!) Sergei Polunin, sevgilisi konteste Lucy Boynton, mürebbiyede Daisy Ridley, tren sorumlusunda Tom Bateman.

Ve kendini inanca adamış Latin kadınında Penelope Cruz. Ama onun dezavantajı, klasik filmde Ingrid Bergman’ın Oscar’lı performansını unutturmanın zorluğu!...

Sonuç olarak Agatha Christie uyarlamaları içinde saygın bir yer tutmaya aday, nostaljimize seslenirken modern olmayı da unutmayan bir polisiye; hoş bir toplu oyunculuk gösterisi.

Yazarın Diğer Yazıları

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

"
"