Özgecan Aslan’ın başına gelen korkunç olay tüm Türkiye’yi ayağa kaldırdı. Ve ‘kadın sorunu’ kadın-erkek demeden tüm ülkenin sorunu haline geldi. O harikulade genç kızımız, bize ulaşan resim ve film karelerinden hayata sevgi ve güven dolu bir bakış atan Aslan, böyle bir akibeti kesinlikle hak etmiyordu.
Ama en azından şu küçük teselli var: Ölümü boşuna olmadı. Ve atıl hale gelen birçok şeyi harekete geçirdi, bir ortak vicdanı göreve çağırdı. Onun adı artık toplumsal tarihimiz içinde ölmezleşecek; yalnızca heykel, plaket, belki bir kitap gibi somut şeylerle değil, hep aklımızda kalacak bir görüntü, korkunçluğu içinde bir misyonu yerine getirmiş ve tüm toplumun vicdanını eyleme çağırmış bir acı olayın kahramanı olarak...
Ama tüm ülkeyi ayağa kaldırsa da, olay kimilerini yine uyandırmadı. Huylu huyundan vaz geçer mi? Ve devletimizin başındaki sayın cumhurbaşkanımız, yine bizler-sizler ayrımını inatla sürdürdü, kimi çevreleri haşladı.
Neymiş? Aralarında CHP milletvekili Aylin Nazlıaka’nın da bulunduğu bir grup kadın, Özgecan olayını dans ederek anmayı seçmişler.
Ve Sayın Başkan lafa şöyle girişmiş: ”Evine gitmek için bindiği otobüste teroristler tarafından diri diri yakılan kızımız için ses çıkarmayanlar, eylem sırasında ölenler için Türkiye’yi ayağa kaldırmaya çalıştılar”. Görüyor musunuz? Kime acısanız, hangi olayı protesto etseniz, o hemen onun kendi cephesi (yani yüzde 50’si) içinde kalan bir benzerini bulup çıkaracak ve “o olayda neredeydiniz?” diye hesap soracak...
Ve devam etmiş:
“Bunlar kendi ülkesine, kendi miletine, kendi insanının değerlerine, kültürüne o kadar uzaklar ki...Dans ediyorlar. Hunharca katedilen Özgecan’ımızın ölümünü dans ederek güya protesto ediyorlar. Bu ne biçim iştir ya? Önce sen, biliyorsan bir Fatiha oku. Bilmiyorsan, bir rahmet dile.” Ve hızını alamayıp ekliyor: “Sanki o ölümden zevk alıyorlar. Bu, o anlama gelir. Ölüm, acı karşısında dans etmek nedir bizim kültürümüzde?”.
Buyrun buradan yakın!...Böylece tüm cumhurun başkanı sayesinde, böyle acı bir günde birleşmek, ayni acıyı birlikte duymak şansımız bir kez daha güme gidiyor. Ve bundan yararlanarak oluşacak diyalog ortamında, kadın cinayetlerinin ve kadına karşı suçların azaltılması için yaratılabilecek ‘consensus’ de elbette başlamadan bitiyor.
Yahu, bu millet kırk yılda bir yakaladığı hassas bir dengeyi, bir kadın cinayeti sonunda ulusal bir matemde birleşme ve belki böylece bu yıllanmış soruna birlikte çözüm arama fırsatını yine mi heba edecek? Kırk yılda bir, hep birlikte sevinme ya da üzülme şansını hep bu siyasetçi ağzı baltalamaya devam mı edecek?
Oysa ne diyor milletvekili Nazlıaka? “Bu etkinlik geçen yıldan beri 14 Şubat’ta tüm dünyada yapılan “One Billion Rising” etkinliğinin bir parçası. Heryerde kadınların kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddete, tecavüze, enseste, sünnete ve seks köleliğine dikkat çekmek için başlattıkları bir isyan”.
Ve bu isyan bağırıp çağırarak değil, sanat yoluyla, dans ederek dile getiriliyor. Bundan zarif, bundan kadınca bir protesto biçimi olabilir mi?
Ama cumhurun başkanı, belki bunları soruşturup bilmeden yaptığı çıkışla, daha ilk başta yine adeta bıçakla bölücülük görevini yerine getiriyor. Önemli olan Özgecan cinayetine tepki ve bunun yasal yollara kanalize edilmesi değil mi? İlla da herkesin cumhurbaşkanının kafasındaki tek kadın tiplemesine uygun olarak, başörtüsü içinde dua adip Fatiha okuması şart mı? Herkes illa da tıpatıp ayni şeyi mi yapacak? Ayrıca o kadınların dans gösterisi yapmadan önce dua edip Fatiha okumadıklarını nereden biliyorsunuz? Biri öbürüne mani mi?
Yaygın ve temel anma biçimi başkanın dediği olabilir. Ama biraz farklı bir anma, değişik bir matem dışavurumu olamaz mı? İşinize gelince dilinizden düşürmediğiniz ve şimdi aralarından biriyle barış yapmayı iç politikanızın temeli haline getiren o ‘azınlıkların’ farklı düşünme, farklı davranma hakları yok mu? İşinize gelince ve gündelik politikanıza destek olunca sevip okşama çabaları. İşinize gelmeyince de azar, kınama, giderek küfür. Ne biçim azınlık siyaseti bu?
Ama zaten ülkemizde bir Milat olan Gezi Olayı’nda da ayni zatın bakışı tıpatıp ayni değil miydi? Tüm ülkeyi ayağa kaldıran bu olayın genç ve yürekli kahramanlarını ‘çapulcular’ diyerek yaftalayan ve böylece günümüz pop kültürüne şarkısından marşına, hikayesinden karikatürüne değerli bir ‘külliyat’ eklenmesini sağlayan ayni siyasetçi değil miydi?
Ayrıca daha vahim olanı, bu söylemin ayni siyasetçinini sanata bakışını da dışavurması. Çünkü dansı sevmeyen o bakış yüzünden değil mi ki, İstanbul’un göbeğinde yakın tarihimizin çok değerli bir mimari eseri ve kimbilir kaç kuşağın kültür eğitimini aldığı Atatürk Kültür Merkezi, içinde elbette dansın da bulunduğu onca etkinliğin bu eşsiz kültür yuvası bina, gözlerimizin önünde çürüyüp gidiyor?
Ayni ‘sanat-sevmez’ tavır değil midir, Ankara’nın göbeğinde birçok Devlet Opera ve Tiyatrosu sahnesini haraç-mezat satışa çıkartıyor? Bir dönemin ünlü Halkevleri’yle sanatı tüm yurda yayma ve halkın ayağına götürme çabalarından günümüzde ne kaldı?
Ve, daha önemlisi, güncelliğe dans aracılığıyla bu zarif katkıyı, kadınların sunduğu bir dans gösterisi gibi aslında alkışlanması gereken estetik bir şöleni mahkum eden tutucu zihniyetle olaylara bakmak, zaten o ‘kadın sorunu’ denen olayın yaratıcısı, sürdürücüsü ve müsebbibi değil mi?