24 Ocak 2014

Oscar adayı bir ‘kırık aşk hikayesi’

Belçika’nın Flaman yöresinden gelen bu film, bu küçük ülkenin özellikle resim (tüm o ünlü Flaman ressamları) ve müzik (Ah, Jacques Brel) sanatlarına katkısının, bir biçimde sinemada da devam ettiğini kanıtlıyor sanki...

KIRIK ÇEMBER

(The Broken Circle Breakdown)

Yönetmen: Felix Van Groeningen

Senaryo:  Carl Goos, Felix Van Groeningen, Charlote Vandermeersch

Görüntü: Ruben İmpens

Müzik: Bjorn Ericsson

Oyuncular: Veerle Baetens, Johan Heldenbergh, Nell Cattrysse, Robbie Cleiren

Yapım: Belçika filmi

Belçika’nın Flaman yöresinden gelen bu film, bu küçük ülkenin özellikle resim (tüm o ünlü Flaman ressamları) ve müzik (Ah, Jacques Brel) sanatlarına katkısının, bir biçimde sinemada da devam ettiğini kanıtlıyor sanki... Öylesine özgün ve etkileyici. Ki bu yıl ABD Oscar’larında da finale kalan beş yabancı filmden biri olmayı başardı.

Konuyu anlatmak filmi kavramaya yetmeyebilir. Çünkü son derece sade... Kadın ve erkek tanışırlar. Ve aşık olup evlenirler. Ama tek çocukları onulmaz bir hastalığı yakalanır. Ve mutluluk mutsuzluğa dönüşür.

İşte bu kadar basit. Ve kim bilir kaç filme konu olmuş... Ama asıl başarı da, o sadelikten böyle bir güzellik çıkarmak değil mi? Hayatın bize sunduğu öyküler de aslında birbirine çok benzer değil midir?

Elbette öncelikle kişilikler farklı. Elise bir dövmeci dükkânı işleten, duygusal ve komik, başına buyruk bir kadındır. Didier ise dev gibi bir adam: banjo çalan, Amerikan country müziğinin atası olan ‘bluegrass’ tutkunu ve kurduğu grupla konserler veren...

Ama sonra, o kız çocuğu onların mutluluğu olur. Didier biraz ehlileşir, Elise ise grubun solisti olur. Ama sonra gelen hastalık, onları yine ayırır gibi olacaktır. Didier’nin zaten olmayan Tanrı inancı tam bir din karşıtlığına dönüşürken, Elise de bir çöküşün eşiğine gelecektir.

Film, bu klasik gözüken aile dramını son derece iyi çizilmiş ve oynanmış karakterlerle veriyor. Yıllar önce Çölde Kutup Ayısı filmiyle bizi mest etmiş olan yönetmen, bluegrass denen ve sadece Amerikan taşrasında çalınıp dinlendiği düşünülebilecek bu ‘basit’ müziği, hikayenin ayrılmaz bir parçası haline getiriyor. Sanırım çok kişi sinemadan bluegrass aşığı olarak çıkacak!..

Ayrıca unutulmaz sinemasal bölümler (o cama çarpan kuş motifi), kronolojiyi altüst eden özgür bir anlatım ve çok iyi verilmiş konser sahneleri, filme katkıda bulunuyor. Katkısı olan biri de George Bush!.. Didier’nin önce TV’de ABD’nin Irak müdahelesini anlatan başkanı onaylayarak dinlemesi, yıllar sonra ise “dini inançları nedeniyle kürtajı –dolayısıyla da -hücre tedavisini- reddettiğini” söyleyen ayni Bush’a karşı müthiş bir tepki göstermesi, hem duygusal açıdan çok etkili. Hem de filme beklenmeyen bir politik tavır getiriyor. 

Ve Oscar’ı beklerken, Başka Sinema dağıtımı içinde gösterime çıkan bu farklı film de sinemaseverin ilgisini hak ediyor.

 

Şeytanın çocuğunu taşımak...

ŞEYTANIN GÜNÜ

(Devil’s Due)

Yönetmen: Matt Bettinelli Olpin, Tyler Gillett

Senaryo: Lindsay Devlin

Görüntü: Justin Martinez

Oyuncular: Allison Miller, Zack Gilford, Sam Anderson, Roger Payano, Vanessa Ray

Yapım:Amerikan filmi

Yeni evlenmiş bir çift, Latin Amerika’nın Dominik Cumhuriyeti’ne balayına giderler. Başkentin karanlık, şüpheli, ürkünç erkeklerle dolu sokaklarında sürttükten sonra, karaderili bir şoförün köhne arabasıyla kent dışındaki yine şüpheli bir gece kulübüne gitmek ihtiyatsızlığında da bulunurlar.

Ertesi sabah, adam da kadın da hiçbir şey hatırlamaz. Ama kadın kısa zamanda hamile kalır. Ve klasik gebelik serüveni başlar. Şu farkla ki, kadın art arda ağrılar ve bunalımlarla feleğini şaşırır. Erkekse her koşulda sürdürdüğü ‘herşeyi filme alma’ huyu içinde kamerasını elinden düşürmeyerek, karısını ve  bu arada bizleri sinir etme çabasını sürdüdür!

Bol filmli bir haftadan korku türünün payına düşen bu film, hiç de fena değil. Elbette tümüyle İra Lewin’in romanından Roman Polanski’nin yaptığı çok ünlü  Rozmarinin Bebeği filminin gölgesinde kalıyor. Konu ve temalar öylesine benzeşiyor ki...

Ama bu film de kendi yapısını kuruyor, kendi soluğunu alıyor. Ve baştan sona belli bir gerilimi hep koruyor. Ve özellikle seyircisine iki ders veriyor. Bir: şu Latin Amerika ülkelerine gitiğinizde, hele karınız yanınızdaysa, öyle bilmediğniz yerlere dalmayın!  (Ki bu, dışardan bakıldığında tüm Orta-Doğu ülkeleri için de söylenebilir. Biz dahil!).

Ve de sürekli herşeyi filme almaktan vaz geçin. Yoksa gerçek hayatı elinizden kaçırabilirsiniz- ki bu da elinden herhangi bir modern aleti (telefon, ipad, iphone, hesap makinası, vs.) düşürmeyen herkese söylenebilir!..

 

Yazarın Diğer Yazıları

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

"
"