27 Ekim 2022

Müthiş bir komedi-dram, ciddiyet-fantezi karması

Bu 'zor', ama önemli filmi sinefillere tavsiye ederim. Cannes'da iki Altın Palmiye alan çok sayılı ustalardan biri olmak kolay iş değil!..

HÜZÜN ÜÇGENİ

X X X ½

(Triangle of Sadness)

Yönetim ve senaryo: Ruben Östlund
Görüntü: Fredrik Venzel
Oyuncular: Thobias Thorvid, Harris Dickinson, Charibi Dean, Woody Harrelson, Jiannis Moustos, Vicki Berlin, Dolly de Leon, Timoleon Gketsos, Alicia Eriksson, Zlatko Buric, Carolina Gynning, İris Berben, Amanda Walker, Arvin Kananian

ABD-İngiliz yapımı, 2022.

Yine sürprizlerle dolu şaşırtıcı bir film; yine (bir eleştirmenin dediği gibi) ya çok sevilecek ya da nefret edilecek filmlerden... Kendi adıma izlerken kimi zorluklar yaşadığımı itiraf edebilirim. Ama sonuç olarak daha önce Force Majeure - Turist, The Square - Kare gibi filmlerine bayıldığım Kuzey Avrupalı (tam olarak İsveçli) yazar-yönetmen Ruben Östlund'un kendisine ikinci kez Cannes'da Altın Palmiye ödülü getiren filmi, birçok açıdan izlenmeyi, üzerinde düşünmeyi ve en azından son derece ciddiye alınmayı hak ediyor.

Nereden nereye... Belki ilk söylenecek şey bu. Çünkü filmin açılış bölümleriyle sonrası o kadar farklı ki... Açılışta hepsinin üstü çıplak, değişik ırk ve renklerden birçok genci, kadınlar ve gay'lerden oluşan amansız bir jüri önündeki bir sınavda görüyoruz: bir modellik sınavı... Böylece filmin geçen hafta izlediğimiz ve genç bir adamın bedeni üzerine yoğunlaşan İyi Şanslar, Leo Grande filmiyle benzerlikler arıyoruz.

Ama öyle devam etmiyor. Onca gencin içinde sadece biri, Carl adlı yakışıklısı hikâyenin sonrasına da katılıyor. Bir kadın model, Yaya ile birlikte müthiş bir ikili oluşturuyorlar. Ama ilişkileri bitip tükenmeyen ve özellikle para üzerine yoğunlaşan tartışmalarla zedeleniyor. Hele bir lokantada hesabı kimin ödeyeceği üzerine o salakça gözüken tartışma!..Böylece bir türlü gerçek aşıklara dönüşemiyorlar.

Bu açılış bölümünden sonra (film üç bölümden oluşuyor) Yat adlı ikinci bölüm geliyor. Lüks bir yatta çıkılan Akdeniz gezisinde, her yaştan hepsi son derece zengin insanlar ve onlara hizmet veren çoğu kadın emekçiler var. Onları eğiten deneyimli Paula şöyle diyor örneğin: "Ne isteseler var deyin, bulup getirin. Hatta tek boynuzlu bir at isteseler bile!"

Gemide Rus zenginleri ağır basıyor. Ve servetleri nedeniyle herkese hükmetmeyi deniyor. Hele kendini 'b... tüccarı' olarak niteleyen en yaşlıları... Bu arada bir türlü kabininden çıkmayan kaptanları Thomas'la nihayet tanışıyoruz. Tüm kadro içinde tanınmış tek isim olan emektar Woody Harrelson'un canlandırdığı bu içine kapalı kişilik, tüm o zenginlerin inanılmaz zengin deniz ürünleri şöleninde buluştuğu ortamda, hamburger ve kızarmış patatesle yetiniyor!..

Acaba kahin miydi diyorsunuz, çünkü bir süre sonra zenginler tüm o yediklerini kusmaya başlıyor. Öyle böyle değil, alttan-üstten... Ve tüm gemiyi tuvaletlerden fışkıran iğrenç kokulu bir su basıyor... O arada çenesi açılan kaptan bize siyasal nutuklar çekiyor. Marx, Lenin, arada Mark Twain... Ve ABD'yi ırk ayrımı ve cinayetleriyle eleştirerek; Martin Luther King, Malcolm X, Kennedy gibi adları anarak...

Ve sonunda o patırdı içinde gemi batıyor. Gemiye çıkan bir haydut takımının koyduğu bomba yüzünden... Böylece kaçıp kurtulan on kadar kişinin buluştuğu üçüncü ve son bölüm başlıyor: Ada ismiyle...

Orada işler başkalaşıyor. O kişiler inançlarına, ideolojilerine, adanmışlıklarına göre yine tartışmaya gidiyor. Ama zamanla birkaç şey öne çıkıyor. Önce kadınların giderek birleşmesi ve güçlenmesi. Ve de onlardan birinin, gemideki hizmetkarlardan Abigail'in üste çıkması, hatta başkanlığını resmen ilan etmesi. Böylece film tüm o komedi ve fantezi havası içinde bir mesaj daha veriyor: emeğin önemi, üstünlüğü. Öylesine ki yeniden ön plana çıkan yakışıklı Carl da onun kendisine el koymasına ses çıkaramıyor: Yaya'ya bir kez daha azap çektirerek...

Böylece ortaya iki buçuk saate yakın, üç bölümlük, temaları oradan oraya değişen, komediyle dramın uygun biçimde harman edildiği, yer yer oyalayıcı, yer yer sıkıcı bir film çıkıyor. Ama ne olursa olsun kişilikli, gözüpek ve akılla buluşan bir film. Yaya'da bana sürekli Penelope Cruz'u hatırlatan Charlbi Dean'den baş hizmetkar Paula'da Vicki Berlin'e, Abigail'de gerçekten kişiliğine damga vuran Dolly de Leon'dan geçirdiği hastalık nedeniyle konuşamayan ve sürekli Almanca "İch den walken" diyen (ne demekse!) Therese'de İris Berben'e, çoğu genç oyuncunun çabalarına da dikkat çekerim.

Ve bu 'zor', ama önemli filmi sinefillere tavsiye ederim. Cannes'da iki Altın Palmiye alan çok sayılı ustalardan biri olmak kolay iş değil!..



YARIN: KATİL KİM?

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"