02 Kasım 2018
SON AKŞAM YEMEĞİ X X X Yönetmen: Levent Onan Senaryo: Ayla Hacıoğulları, Vilmer Özçınar Görüntü: Veli Kuzlu Müzik: Mustafa Yazıcıoğlu Oyuncular: Engin Şenkan, Onur Tuna, Azra Aksu, Pelin Akil, Necip Memilli, Mustafa Kırantepe, Yasemin Baştan, Nehir Gökdemir, Tuğba Daştan, Aslı Tandoğan, Cemal Hünal Cinegenna Pictures, 2023 |
![]() |
Cumhuriyet’imizin tam 100. yılını kutlamak elbette çok önemli bir olay. Böylesine bir yıldönümü her ulus için önemlidir. Bizim için haydi haydi... Çünkü biz aynı zamanda, tam altı yüzyıl sürmüş tarihin en büyük imparatorluklarından Osmanlı’nın yerine kurulan çağdaş bir yönetim biçiminin yüzyılını da kutluyoruz. Elbette bu yaşamsal değişimin büyük ve eşsiz lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü de bol bol anarak...
Sinema da bu konuda elinden geleni yaptı, yapıyor. Zübeyde-Analar ve Oğullar’dan sonra birden ekranlara gelen iki Atatürk filmi birden!.. Birini son dakikada aniden çıkarıverdiler; kendi adıma yetişemedim. Ama anladığım kadarıyla çok yakında bir kanalda arz-ı endam edecekmiş!.. Ben ilk baştan beri çok özgün bir tasarı olduğuna inandığım bu filmi görüp yazmayı seçtim. Doğrusu, pişman da olmadım...
Film önce bize hasta yatan bir anneyle küçük kızını tanıtıyor. Küçük Elif, Osmanlı’dan beri saray mutfağının baş aşçısı olan Ahir Usta’nın torunudur. Ve annesinin ölümünden sonra Ankara’ya, dedesinin yanına gider. Sonrasında Cumhuriyet’in ilanından bir gün önce, 28 Ekim gecesi Çankaya köşkünün mutfağında hikayenin tüm kişileri bir araya gelir. O sırada henüz harf devrimini yapmamış ülkede gazeteler eski harflerle Cumhuriyet fikrinden söz etmektedir. Ve yakışıklı bir Mustafa Kemal sofrada şöyle demektedir: “Cumhuriyet fikrini yalnız aşçıya değil, herkese soracağız. Önemli olan halkımızın bunu benimsemesidir.”
Başlarda kendisinden ‘paşa’ diye söz edilen Mustafa Kemal, henüz fesli veya sarıklı adamlarla çevrilidir. Artık 70 yaşına gelmiş olan Ahir Usta’nın torunu Elif de Çankaya’da ilgiyle karşılanır. Öylesine uyanık bir kızdır ki... Eskiden dedikleri gibi, sanki büyümüş de küçülmüş...
Ama o akşamki yemek önce tam bir facia olacakmış gibi olur. O günlerin kıtlığında gereken malzeme bulunup getirilememiştir. Ahir usta kendisiyle aşık atmaya çalışan yamağı Yakup’la da ayrıca uğraşır. Araya Latife Hanım da girer: Mustafa Kemal’in evleneceği (ama sonradan ayrılacağı) o güzel ve zarif kadın... Ancak filmin asıl ana teması elbette o gece ve o yemeğin hikayesidir. Özellikle bir kolunu Çanakkale’de bırakmış olan Ahir Usta’nın malzeme yokluğuyla savaşması; civardaki açık çarşıdan ya da yeşilliklerden balık alması ya da mantar toplaması veya tavşan bulup pişirmesi gibi...
O gece gerçek bir yemek yarışması yaşanır. Mustafa Kemal’in kimi ünlü sözleri onun ağzından duyulur: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir”, “Hasta adam artık iyileşemez” ya da “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğim” gibi... Sonunda bin bir güçlükle hazırlanan yemek listesi şöyle olur: hünkar tarhana çorbası, marmarina, saray kebabı, helva-i hakani... Ama ilginçtir, Kemal bunların hiçbirine dokunmaz bile... Bir ara ağzından bir “Diş sorunum var” lafı duyulur. Ama bu çorba içmesine bile nasıl mani olur, anlamadım!..
Sonuç olarak bu temelde bir ‘mutfak filmi’ olur çıkar. Ama dünyanın en önemli mutfaklarından birine sahip olan Türkiye için, bu yadırganmaması gereken bir şeydir. Ancak filmin hayli naif olduğunu söyleyelim, hem de yaratıcılarından yapımcı Selim Tuncer’in ağzından... Öte yandan ayni bina içinde yukarıda yemek yenirken aşağı katta kopan kıyamet de inandırıcı olmuyor. Film bence fazla stilize, romantize ve idealize edilmiş.
Ama ben yine de sevdim. Çünkü temelde özgün bir yaklaşım, hiç denenmemiş bir tür... Yani 100. yılını kutlayan Cumhuriyetimizle mutfağımızın birleşimi... İlginç bir müziği var, sanki bir kadın şarkıları toplamı... Ayrıca dekor, köstüm ve atmosfer çalışması da dikkate değer.
Ve oyuncular... Mustafa Kemal’de yakışıklılığı ve delici bakışlarının yanı sıra halkıyla diyaloğa açık, çağdaş bir politikacı ve bir millet yaratacak bir dahi olarak Onur Tuna gayet iyi. Engin Şenkan’ın Ahir Usta’sı dört dörtlük... Latife Hanım’da Pelin Akil, sinirli aşçı Yakup’ta Mustafa Kırantepe, talihsiz aşçıbaşı Mahmut’ta Necip Memilli, İngiliz komutan Wilson’da emektar Cemal Hünal da yeterince iyiler.
Hele küçük Elif’te Azra Aksu... Yeni Cumhuriyet kuşaklarını öylesine iyi temsil ediyor ki... Umarım parlak bir geleceği olur. Diğer oyuncular da iyi seçilmişler; iyi oynuyorlar.
Sonuç olarak Cumhuriyetçiler kadar yemek düşkünleri de görmeli.
Yarın: Çok Aşk
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |
Fox filmi
Queen grubunu hatırlamamak mümkün mü? Hele o Bohemian Rhapsody parçasını... Ritmi sürekli değişen, sözleri Galileo’dan Figaro’ya ünlü isimler, hatta Bismillah sözcüğünü de içeren, kimi zaman bir koronun ya da solistin opera izlenimi veren yorumlarını da altı dakikalık süresine katan meydan okuyucu, sanki deneysel bir pop zirvesi.
İşte film bu parçadan, onu söyleyen1970-80’lerin ünlü grubu Queen’den ve onun unutulmayan solisti Freddie Mercury’den yola çıkıyor. 1970 yılında açılan film henüz Mercury soyadını almamış emekçi Faruk’u (asıl adı) karşımıza getiriyor. Hindistan’ın Parsi halkından ve Zerdüşt inançlı, tutucu bir ailesi var. Özellikle oğluna durmadan erdemli bir hayat öneren baba...
Ve Freddie hep Paki diye çağrılıyor, çünkü İngilizler onu Pakistanlı sanıyor. Ünlü İngiliz gruplarının en parlak döneminin geride kaldığı sanılan bir zamanda Freddie, zaten varolan bir gruba solist olarak katılıyor. Ve Queen doğuyor. Grup Freddie’nin olağanüstü sesine eklenen müthiş sahne şovuyla büyük ün yapıyor. Önce ABD fethediliyor, sonra tüm dünyayı kapsayan turneler yapılıyor. Ve gerisi geliyor.
Film öncelikle 70’li yılları ve özellikle Londra’yı her şeyiyle görkemli biçimde canlandırıyor. Queen grubu ise gitarcı Brian May (Gwylim Lee), basçı John Deacan (Joseph Mazzello) ve davulcu Roger Taylor’la (Ben Hardy) birlikte sanki yeniden hayat buluyor. Her şeyin Teorisi, En Karanlık Saat gibi önemli filmlerin yazarı olarak bilinen Anthony McCarten’in özenli senaryosu, en çok Olağan Şüpheliler, Operasyon Walkyrie, X-Men serisi gibi önemli filmleriyle hatırlanan Bryan Singer’in akıcı yönetimiyle perdede görselleşiyor.
Mercury son derece kendine özgü bir kişilik. Bir müzik dehası, ama sayısız zaafı da var. Kendini biseksüel saysa da aslında eşcinsel. Peşine düşerek tavlayıp evlendiği Mary’yi (Lucy Boynton) gerçekten seviyor. Belki daha çok ona ihtiyacı var. Ama aslında gözü hep erkeklerde... Yakınındakilerle iki büyük ilişkisini gördüğümüz gibi, uzaktan ‘tuvalet maceraları’na bile tanık oluyoruz!..
Ve o dönemin müzik endüstrisinin içyüzü, patron-işçi, sermaye-sanat, müzisyen-menejer ilişkileri gösterişli biçimde karşımıza geliyor. Karmaşık ve patetik entrikalar olarak...
Ama aslında bu elbette bir müzik filmi. Ne raslantıdır ki Bir Yıldız Doğuyor ve Müslüm filmlerinden hemen sonra geliyor. Ve sanki bu türe olan sevgimizi ve inancımızı pekiştiriyor.
Gerçi farklı filmler. İlki bir hikayeye ve country-pop türlerine dayalı. Müslüm, malum, arabesk’e yaslanan bir biyografi. Bu filmse rock’a dayalı bir diğer biyografi. Benim için çok farkı yok: tüm türlere gönül kapılarını açmış bir müzik sevdalısı olarak...
Önemli olan elbette sinema...Bu açıdan, bu filmin bir adım öne geçtiği sanırım söylenebilir. Tüm müzikal bölümler, ister konser, ister esin ve besteleme, isterse prova, yoğun bir müzik duygusu ve onu en iyi biçimde veren bir sinema başarısı içeriyor.
Ama Wembley konserini bir kenara koyun. İngiltere’nin bu ünlü stadyumu, 90 bin kişilik kapasitesiyle bir dönemin en büyüklerindendi.1985 yılında, Freddie yüzünden ayrılan grup yine onun çabasıyla birleşmiş ve orada, Bob Geldof’un öncülüğüyle AİDS’le savaş için düzenlenen Live Aid konserlerinde en ünlü gruplarla bir araya gelip çalmıştı.
O bölüm, benim uzun sinema yaşamımda gördüğüm en etkileyici, en parlak konser sahnesi. Kendinizi o görkemli kitlenin içinde hissettiğiniz; We Will Rock You, We Are The Champions, Another One Bites the Dust vb. klasikleri dinlerken perdedeki sinema olayına da parmak ısırdığınız bir bölüm. Bu arada Wembley’in 2003’de yıkılıp yeniden yapılmış olduğunu da ekleyeyim.
Ve başroldeki Rami Malek. Mısır kökenli ortodoks bir aileden gelen ve Bay Robot adlı dizsiyle üne kavuşmuş Amerikalı bir oyuncu. Bu rol için düşünülen Sacha Baron Cohen’in yerine son dakikada alınmış.
Gerçi sahici Mercury daha yakışıklı, daha erkekçe duruyor. Ama Malek öylesine iyi oynamış...Freddie’nin ‘vücut dili’ni öylesine iyi taklit etmiş...Ve onun gerçek sesini kullanan filmin tüm müzikli sahnelerinde ağzını ve yüzünü öyle iyi kullanmış ki...Sanki söyleyen gerçekten o...
Ve de o yılların birçok ünlüsü gibi AİDS olduğunu anladığı bölümlerde öylesine mahzun, öylesine içburucu ki....Oscar ödüllerinde önde gelen bir aday olacağı kesin.
Bir nokta daha... Yakın zamanda bir başka film için de olmuştu. Baktığım sinema sitesi IMDB’de, profesyonel eleştirmenlerin büyük çoğunluğu filme pek yüz vermemiş. Ama sinemasever okurlar ittifak halinde bayılmış. Bu kez gönlümün –aklımın da!- tümüyle okurlardan yana olduğunu söylemeliyim.
Kısacası: bizde de kim ne derse desin. Siz bu filmi görün. Müzikle asgari bir ilişkiniz varsa elbette...
Yarın: CLİMAX
Not: Haftanın ilginç Türk filmi İYİ OYUN eleştirim ortakoltuk.com sitesinde.
Digiturk’te Accused ve diğer diziler, Oksijen’in büyük başarısı ve başka şeyler
İnsan bedenine yapılan ve yapılabilecek her türlü işkencenin bile etkilemediği bir direnç kazanır Nathan... Artık perde bir korku tiyatrosu haline gelmiştir. En sabırlı seyirciyi bile isyan ettirecek kadar…
Bahçeli Bey şöyle diyor: “Yargıya saygı duy, partinde otur.” Özel’in yanıtı: “Milletin sesini duy, darbeye karşı dur.” Hangisini tercih edersiniz?
© Tüm hakları saklıdır.