20 Ocak 2018

Lübnan'da çatışan dinler, umutsuzca aranan adalet

Savaşın daha da güçlendirdiği ırkçılık, şiddetin alevlendirdiği ‘öteki’ düşmanlığı

 

HAKARET     X  X  X  X
(The Insult)

Yönetmen: Ziad Doueiri
Senaryo:  Z. Doueiri, Joelle Touma
Görüntü: Tommaso Fiorilli
Müzik: Eric Neveux
Oyuncular:  Adel Karam, Kamel El Basha, Camille Salameh, Rita Hayek, Diamand Bou Abboud, Talal Jurdi, Christine Choueiri, Julia Kassar

Lübnan-Fransa-Belçika ortak-yapımı.  

 

 

Beyrut, ah Beyrut... Benim kuşağım hatırlar: Bir zamanlar Orta Doğu’nun en güzel, zengin, sakin ve parlak şehriydi: Bir eğlence (ünlü Casino du Liban) ve kumar başkenti... Hatta Türk zenginleri oraya alış-veriş yolculukları düzenlerdi: tüm Batı markalarının var olup daha da ucuza satış yaptığı bir ticaret ve turizm merkezi.

Biz eşimle orayı 1974’de görmüştük: ilk önemli  yolculuğumuzda... Casino’da yılbaşına girmiş, yakındaki ünlü  Baalbek harabelerini gezmiştik. Hemen sonrasındaysa Lübnan’a gitmek imkânsız olmuştu. Çünkü ülke korkunç bir iç savaşa girmiş ve ancak 1990 yılında bu felaketten sıyrılabilmişti. Etkileri yıllarca sürecek olan, hala da süren...

Bu ülkeden gelen ve bu yılın (yabancı filmlerde) en ciddi Oscar adaylarından olan bu önemli film, bize günümüzün Lübnan’ını anlatıyor. Tüm yöreyi sarmış bitmeyen kavgadan, dinler ve mezhepler arası savaştan, ırksal önyargılardan, nefret suçlarından payını almış bir ülke, eski Lübnan’ın soluk ve silik bir kopyası.

Nasıl olmuştu bu? Nasıl olmasın ki...Güzel ve ilk çocuklarına hamile eşiyle (önceleri iki düşük yapmış kadın) rahat bir hayatı olan mekanik ustası Adel Karam, balkonunda saksılarını sularken yasadışı su borusundan akan suların aşağıda kentin tesisat sistemlerini onaran bir ekibin başına dökülmesiyle oluşan ‘kaza’ için hiç özür dilemeye kalkmazsa...

Ve başlarındaki ustanın yine de onardığı boruyu en haşin bir jestle kırıp bir de küfür ederse...

O işçi, Yasser Abdullah, her şeye karşın ustabaşının ısrarıyla Karam’dan özür dilemeye giderse...Ve o kaba adam, özrü kabul edeceği yerde daha da büyük bir hakaret ederse... Örneğin kendisinin bir Lübnan Hristiyanı (nüfusun yüzde 40’ı), karşısındakininse yasak olduğu halde iyilik olsun diye iş verilmiş bir Filistinli Müslüman göçmen (nüfusun yüzde 10'u) olduğunu anladığı için... Ona şu lafı ederse:

“Keşke Ariel Sharon hepinizin kökünü kazısaydı!.."

Ve emekçi Yasser dizginlediği öfkesiyle, bu ırkçı lafın sahibinin güçlü yumruğuyla kaburgasını kırarsa... Kabahat kimindir?

Elbette bunda iki erkeğin horoz gibi diklenen maço tavrının da rolü vardır. Nitekim Karam’ın eşi büyük bir olgunlukla kocasını en ağır biçimde eleştirip duruyor. Hele onun tavrı onca bekledikleri bebeklerinin hayatını da tehlikeye atınca...

Ama asıl neden elbette savaşın daha da güçlendirdiği ırkçılık, şiddetin alevlendirdiği ‘öteki’ düşmanlığı. Bu küçük olay tüm ülkeyi ayağa kaldıran bir büyük çatışmaya, sokak protestolarına ve yayılan eylemlere dönüşürse... Suç kimde?

Daha önce ABD’de sinema okuyup Tarantino’nun Pulp Ficton- Ucuz  Roman filminde kamera operatörü olarak çalışan Lübnanlı Ziad Doueiri, 1998’den başlayarak çektiği Batı Beyrut, The Attack- Saldırı gibi filmlerle büyük ilgi gördü. Bir Hristiyan olarak yazdığı senaryoya Müslüman olan Joelle Touma’yı katması da, sonuç olarak filme yansız ve önyargısız bir özellik katıyor. 

Ama ben Karam’ın kişiliğini öylesine olumsuz yazdım ki, nerede yansızlık denebilir. Ancak film ilerledikçe geçmişte onun ailesinin de nasıl bir kıyıma uğradığı ortaya çıkıyor.  Çünkü ırksal çekişmelerde, hele iç savaşlarda kötülük paylaşılan bir şeydir. Ve sadece bir tarafa mal edilemez.

Film sokak sahneleri ve kalabalıkların katıldığı çekimlerle günümüz Lübnan’ından etkileyici bir manzara sunuyor. Bunda yönetmenin kamerayla kişisel ilişkisinin de rolü var.   

Öte yandan filmde önemli bir yer tutan mahkeme sahneleri de son derece ilginç. Bu bölümlerde, bir yandan bize yakın bir ülkede adalet mekanizmasının ve yargı sürecinin nasıl özenli, ikna edici ve olabildiğince adalet dağıtıcı biçimde yürüdüğü görülüyor. O kadın yargıç, o usta Hristiyan avukat. Ve de Müslüman emekçiyi savunan genç kadının aslında o usta avukatın kızı olduğunun ortaya çıkması. Yani karşı karşıya bir baba-kız!...Ama bu ikisinin  de mesleki performansını katiyen etkilemiyor!....

Böylece bu sahneler bu konuda usta olan Amerikan sinemasını hatırlatıyor. Diyelim ki 12 Öfkeli Adam, Beklenmeyen Şahit, Nurnberg duruşmaları ya da Rüzgarın Mirası. Veya yakında göreceğimiz Fatih Akın filmi Paramparça. Hakaret kolayca bu zirvelerin yanı başında yer alabilir. Kaçırmayın...

Yazarın Diğer Yazıları

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

"
"