Komünizm nasıl doğdu? Ve ünlü ‘manifesto’ nasıl yazıldı?
Sanki 60’lı-70’li yılların politize olma ve dünyayı emek ekseni etrafında yorumlama çabasına geri döndüm
GENÇ KARL MARX (The Young Karl Marx) X X X X
Yönetmen: Raoul Peck Senaryo: Pascal Bonitzer, Raoul Peck, Pierre Hodgson Görüntü: Kolja Brandt Müzik: Alexei Aigui Oyuncular: August Diehl, Stefan Konarske, Vicky Krieps, Olivier Gourmet, Hannah Steele, Alexander Scheer, Marie Meinzenbach, Wiebke Adam, Aran Bertetto
Alman-Fransız-Belçika ortak-yapımı
Kapital’in yaratıcısı ve komünizmin büyük felsefecisi Karl Marx üzerine yapılmış ilk kurmaca film bu. Ve bir Haitili ustanın elinden çıkıyor!...
1983’den beri yönetmenlik yapan, birçok belgesel çeken, en çok Lumumba, Pacot Cinayeti, son İstanbul festivalinde izlenen I Am Not Your Negro- Ben Senin Zencin Değilim (belgesel) filmleriyle tanınan, 1953 doğumlu Raoul Peck...Senaryoda ise daha 50’lerin Cahiers du Cinema dergisinden tanıdığımız, hızlı solcu Fransız eleştirmen Pascal Bonitzer’in büyük katkısı var.
Marx’ın 1840’lardaki gençlik yılları. Prusya hükümdarı için ettiği ağır laflardan sonra ülkesinin yönetiminden sürgün cezası alıp Paris’e gelen Alman vatandaşı Marx’ı 1844 yılında, henüz 26 yaşındayken tanıyoruz.
Marx Paris’te büyük aşkı eşi Jenny’yle yaşamaktadır. Daha zengin bir aileden gelen Jenny ‘sosyalist ateist Yahudim benim!” diye çağırdığı kocasına her şeyini adamıştır.
Marx siyasal dergi ve gazetelere yazılar yazmakta, işçi sınıfının o dönemdeki ağır koşullarını eleştirirken, aldığı telif ücretleriyle de evini geçindirmektedir.
Aynı dönemde İngiltere, Manchester’de yine Alman olan Friedrich Engels de, babasının fabrikasındaki ağır koşullar üzerine düşünmekte ve yazmaktadır. İngiliz işçi sınıfının perişan hali onun da başlıca konusudur.
İkisinin yazışmakla başlayan dostlukları, sonunda karşılaşmalarıyla gelişir. Zamanın aynı konularda kafa yoran veya eylem yapan diğer aydınlarını tanırlar: Fransız anarşisti Proudhon, Alman aktivisti Weitling, Rus anarşisti Bakunin gibi.
Ve de Londra’da kurulmuş olan ve giderek komünist felsefenin başlıca siyasal kurumu haline dönüşecek olan League of the Just- Doğrular Birliği hareketi.
Böylece Marx, çöken bir Avrupa’da ve alabildiğine ezilen emekçilerin yanında, dünyayı değiştirecek bir ideolojinin düşünsel temellerini atmayı sürdürür. Avrupa’nın kaderi yine Brüksel’de çizilecek ve oradaki bir uluslararası toplantıda birçok ülkenin solcuları birleşecektir: komünizmin kurumlaşması.
Ardından gelen ve yine Engels desteğiyle Marx’ın elinden çıkma Komünist Manifesto. Ve 1848’deki büyük uyanışın ve isyanın başlangıcı. Siyasal tarihin en heyecan verici, en radikal dönemlerinden birinin genel görünümü, efsanevi isimlerin perdede canlanıp iyi oyuncularla karşımıza gelmesi.
Film beni özel ve kişisel bir geçmişe doğru yolculuğa çıkardı. 70’li yıllarda, biraz geç kalmış bir politize olma çabasının kaçınılmaz gereği olarak hepimiz (yani etrafımda tanıdığım çok kişi) komünizme ilgi duymaya, Marx’ı öğrenmeye, Kapital’i okumaya ve işçi sınıfının haklarını savunmaya yönelmiş değil miydik?
Tuğla gibi Kapital’i okuyup çözebilenimiz gerçekte çok azdı. Ama o yılların karmakarışık Türkiye’sinin canlandırdığı gençlik heyecanları içinde savrulmayı, kulaktan dolma bilgilerle de olsa sosyalist olmayı ve emeği en büyük güç, en soylu değer bellemeyi öğrenmiş değil miydik?
Ki komünist öğreti tarihin içinden bir nehir gibi akıp gitmiş olsa da, o emek sevgisi ve saygısı çoğumuz için hala dimdik ayakta değil midir?
Evet, ben bu açıdan filmi özellikle nostaljik nedenlerle sevdim. Usta Alman oyuncusu August Diehl’in Karl’ını, Vicki Kreps’in Jenny’sini, Stefan Konarske’nin Engels’ini, hemen hiç tanımıyor olsak da bağrıma bastım. Tek tanıdığım oyuncu olan Olivier Gourmet’nin Pierre Proudhon’una ayrı bir ilgiyle bakarak...
Ve sanki 60’lı-70’li yılların politize olma ve dünyayı emek ekseni etrafında yorumlama çabasına geri döndüm.
Özetle, bir zamanlar (ya da şimdi) solculuğa gönül vermiş her eski ya da yeni gencin görmesi gereken bir film...
Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?
Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir
Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...