Ve beklenen, daha doğrusu umulan oldu. Kış Uykusu, ülkemize çok değerli bir ödül getirdi:
Dünyanın en saygın festival ödülü, yani bir Altın Palmiye. Yılmaz Güney’in senaryosu üzerine Şerif Gören’in çektiği ve ödülü –gitme izni alamadığı için- orada olmayan Gören yerine Türkiye’de hapishaneden kaçıp Fransa’ya sığınmış, “Yol”un son kurgusunu orada yapmış ve festivale bizzat katılmış olan Yılmaz Güney’in aldığı. Costa-Gavras’ın Missing- Kayıp filmiyle ortaklaşa olarak.
Oysa 32 yıl sonra, bu kez bambaşka bir Türkiye vardı. Film tüm ekibiyle oradaydı, Türkiye artık o 12 Eylül yıllarındaki kadar yalnız ve çaresiz değildi. Nuri Bilge Ceylan zaten Cannes’ın gözdelerinden ve herzaman saygı duyup davet ettiği çağdaş ustalarından biriydi. Ve Cannes’dan –yanılmıyorsak- bu altıncı ödülünü de bizzat aldı: dünya sinemasının en seçkin isimlerinin yanında ve önünde... Altın Palmiyeli unutulmaz Piyano’nun yönetmeni Jane Campion’un başkanı olduğu bir jüriden ve de yönetmen Quentin Tarantino- oyuncu Uma Thurman ikilisinin ellerinden...
Ben şimdilik elime ulaşan bir eleştiriyi sizlere sunmak istiyorum; filme ilk kez yaklaşabilmek için... Fransız yazarı Fabien Lemercier, Cineuropa sinema sitesindeki yazısında şöyle diyor:
KIŞ UYKUSU: BİR KÜÇÜK VİCDAN TİYATROSU
“Vicdan genelde korkakların sevdiği bir sözcüktür. Ve öncelikle güçlüleri dehşete salmaya yarar”
Shakespeare’in 3. Richard oyunundan bu cümle, Altın Palmiye’li Türk filmi Kış Uykusu’nun karakterlerinden biri tarafından, tam bir sarhoşluk halindeyken söylenir. Ve kökleri ünlü İngiliz yazarının tiyatrosuna uzanan ve bunu en sanatsal biçimde Türkiye gerçeğine uyarlayan filmin anahtar cümlelerinden biri olup çıkar. Bir böcek bilimcisinin özeniyle insanlık komedyasının çeşitli yüzlerini araştıran, gizleri yavaş yavaş ortaya çıkan bir entrikayı geliştirmek için zamanı (3 saat 16 dakika) rahatlıkla kullanan ve yönetmenin ustalığını tüm incelikleriyle sergileyen bu film, Orta Anadolu’da tepeler ve mağaralar arasındaki bir otelin üç sahibinin macerasının görünürdeki basitliğinin ardında muazzam bir felsefi yoğunluğa ulaşmayı başarır.
Kış yaklaştıkça, bu sakin doğanın ardındakı ateş de uyanmaya başlamıştır. Aydın (harika Haluk Bilginer), bölgenin sayılı zenginlerindendir. Eski tiyatro oyuncusu, ailesinin evini ve sonra çervedeki birçok evi alıp otele çevirmiştir. Gündelik sorunları yardımcısı Hidayet’e (Ayberk Pekcan) devretmiştir. Ve günlerini özel ofisinde yerel gazeteye yazılar yazmak, geçmişin anekdotlarını derlemek ve hayatın geri kalanından tad almakla geçirmektedir: “kırallığım küçük, ama kıral benim!”.
Kendisinden çok daha genç olan eşi Nihal (Melisa Sözen), hayır işleriyle uğraşır. Aydın’ın kızkardeşi, dul ve amaçsız Necla (Demet Akbağ) da onlarla yaşamaktadır. Turizm sezonu bitmiş, yollar ilk yağmurlarla çamurlanmış ve ilk kar düşmüştür. Ama bir olay bu süküneti altüst edecektir. Aydın’ın oteli boşaltmasını istediği kiracılarından biri olan bir aile ve özelikle Kur’an hocası Hamdi (Serhat Kılıç), mülk sahibinden hoşgörü ve erteleme ister. Ama Aydın kararından kolay kolay dönmez. Necla öfkelenmiştir, “Nasıl oldu da İstanbul’u bırakıp kendimi bu deliğe gömdüm!” demeye başlar. Bu saldırı giderek onun tüm hayat tarzına, herkes üstten bakıp ders vermesine yönelir. Aydın da sert çıkar: “Kimse böyle zehirli bir dile tahammül edemez!”.
Ancak sonra asıl sorun ortaya çıkar: Aydın ve genç eşi, iki yıldır ayni çatı altında ayrı yaşamlar sürmektedir. Bir tür sessiz anlaşmayla... Ve bu anlaşmanın da bozulma zamanı gelmiştir...
Kulaklarımızda çınlayıp belleklerimize çakılan diyaloglarla, kusursuz bir sinemayla yürüyen film, dikkat ve sabır talep eden bir sanat eseridir: günümüzdeki yaşam hızının diktatörlüğünün çokluk izin vermediği iki erdem...Ama Yedinci Sanat’ın en soylu yapıtları da hep bunu talep etmezler mi? İnsan duygularının çelişkilerini, gölgelerini ve kimi zaman yapmacıklığını derinlikle irdeleyen Nuri Bilge, ayrıca görkemli bir toplumsal sınıflar panoraması sergiler: zenginler, hizmetkarlar, öğretmenler, en dipteki yoksullar...Hep yaptığı biçimde ve bu kez özel bir mizah sosuyla sunulmuş olarak..
Ve bu küçük Türk Tiyatrosu’nun incelikli varoluşçu mekanizması, kesinlikle yüksek sanat katına yükselir: Yönetmenin çoğu Cannes’da ödül almış (iki jüri büyük, bir yönetmen ödülleri) önceki filmlerinin izinden gidip çıtayı daha da yükselterek...