22 Ekim 2021

Karmaşık ve görkemli bir distopya, dram ve avantür başyapıtı

Çöl Gezegeni filmi görsel açıdan son derece başarılı. Bitmez tükenmez çöl peyzajlarının yanında antik görünümlü kentler ve ultra-modern aygıtların çelişkisi insanı şaşırtıyor. Hele o devasa çekirgeleri andıran uçaklar...

DUNE: ÇÖL GEZEGENİ         X  X  X  X  X

 

(Dune)/ Yönetmen; Denis Villeneuve/ Senaryo: Jon Spaints. D. Villeneuve, Eric Roth/ Görüntü: Greig Fraser/ Müzik: Hans Zimmer/ Oyuncular: Timothee Chalamet, Roberta Ferguson, Oscar İsaacs, Zendaya, Jason Momoa, Stellan Skarsgaard, Josh Brolin, Javier Bardem, Stephen McKinley Henderson, Sharon Duncan-Brewster, Dave Bautista, Charlotte Rampling, Benjamin Clementine, Souad Faress/ Warner Bros filmi, 2021

Dune sözcük olarak kumul, kum tepesi anlamına geliyor. Bu bilim-kurgusal eser yazar Frank Herbert tarafından yazıldığı 1965 yılından beri, ilk kez verilen saygın Nebula ödülünü almış; tüm zamanların en iyi bilim-kurguları arasında başlarda sayılmış; ilk kez çok-satan bir bilim-kurgu olmuş.  Ve önce eşsiz yazar-yönetmen David Lynch’in elinde bir film ortaya çıkmış: 1985 yılında...

1946 doğumlu David Lynch benim için önemli bir isimdir. Eraserhead’le başlayan kariyerinde (1977) Elephant Man- Fil Adam (benim 100 Yılın 100 Filmi kitabıma seçtiğim filmi), Dune, Blue Velvet- Madi Kadife, Wild at Heart, Twin Peaks- İkiz Tepeler, Lost Highway- Kayıp Otoyol, The Straight Story, Mulholland Drive- Mulholland Çıkmazı gibi artarda gelen önemli filmleri var. Sonra azalan ve pek yankı yapmayan birkaç film. İnland Empire’la parlak bir dönüş. Ve 2010’da son bir filmle veda... O günden beri de sesi-sedası çıkmıyor.

Dune sonradan yine malzeme oluşturmuş; kimi TV yapımlarına, belgesellere, bir mini-diziye... Ama bu esere parlak bir dönüş işte bu karşımızdaki film. Bu kez Kanadalı Denis Villeneuve’ün elinden çıkma. 1988’de kısa filmlerle işe başlayan Villeneuve’ün ilk filmi yine bir bilim-kurguydu: Cosmos. Ardından Maeiström, İncendies- Yangın, Enemy- Düşman, Sicario, Arrival- Geliş, Blade Runner- Ölüm Takibi (ünlü Ridley Scott filminin yeniden çevrimi)... Ve beş yıllık bir sessizlikten sonra bu film geldi. 

Hikâye, özetlemek gerekirse politika, din, ekoloji, teknoloji gibi ögelerin ve yoğun insancıl duyguların kompleks ve çok-yönlü birleşiminden oluşuyor. Bir diğer deyişle fütüristik, jeo-politik, radikal biçimde ekolojik ve İslamcı bir alegori söz konusu. Konu açısından özetlersek, olaylar oldukça uzak bir tarihte geçiyor: 10.190 yıllarının başında!...Ana kahramanımız gencecik bir adamdır: Dük Leto Atreides ve eşi Lady Jessica’nın oğulları olan Paul Atreides.

Paul ailesiyle birlikte yaşadıkları Caladan gezegenini terk ederek, uzayın uzak ve tümüyle bir çöl olan gezegeni Arrakis’e gidiyor. Daha doğrusu gizemli imparator tarafından oraya yollanıyorlar. Çünkü o dönem için yaşamsal bir ürün olan ‘baharat’ ancak o gezegende bulunmaktadır. Baharat insanları besleyen, onlara güç ve hayat veren, yaşamı uzatan eşsiz bir üründür. Bu yüzden, üzerinde başka insanların, tek sözcükle kötülerin de gözü vardır. Ve bu çöl diyarındaki bitmeyen kavgada, zafer elbette korkularını yenenlerin olacaktır.

Ama bu ürkünç çöl ikliminde ve uçsuz-bucaksız uzanan kum tepelerinin ardında bir başka mücadele de vardır. Çünkü filmde dendiği gibi “binlerce yıldır nesilleri karıştırarak bir Seçilmiş Kişi aranmıştır”. Ve tüm o değişik ırklar veya hanedanlar  -Fremen’ler, kadınları kapalı olan ve Lisan Al Gaib’i konuşanlar, bir ayrı tarikat olan Bene Gesserit’ler, Harkonen veya Stielt’ler... Hepsi de o çöl dekorunda ayakta kalmaya ve de hükümranlıklarını sağlamaya çabalamaktadırlar.

 O seçilmiş kişinin genç Paul olduğu giderek ortaya çıkıyor. İstese de istemese de, o bu büyük sorumluluğu yüklenecek gibidir. Bir ara kendisine törenle teslim edilen Billur Bıçak’a da başvurarak.... Ama araya o kadar çok kişi girecektir ki... Giderek büyük dost olduğu anlaşılan Duncan İdaho, Gurney Lalleck... Ve kadınlar: Gesseret rahibesi, Dr. Kynes, gizemli Chani. Elbette hep arkasında duran, hayal edilemez zihni yeteneklerin sahibi annesi... Ya da iyilikten kötülüğe kolayca zıplayanlar: örneğin Dr. Yueh...

İşin İslami yanına gelince... Bir kez sanırım romanda bile imparatorun bir adı da Padişah!... Ayrıca katı İslama uygun giyinmiş kadınlardan ve konuşulan dillerden söz ettim. Seçilmiş kişinin bir adının bir İslam sözcüğü/kavramı olan Mehdi olduğunu da ekleyeyim. 

Film görsel açıdan son derece başarılı olmayı bilmiş. Bitmez tükenmez çöl peyzajlarının yanında antik görünümlü kentler ve ultra-modern aygıtların çelişkisi insanı şaşırtıyor. Hele o devasa çekirgeleri andıran uçaklar... Doğrusu görüntü yönetmeni Greig Fraser’i kutlamak gerekiyor. Kimi sahnelerde –örneğin tüm o çöl dekorunda, ürkünç ‘dev çöl solucanları’nı pek göstermeden dehşet duygusu yaratmada ya da Gom Jabar testinde- harika bir iş çıkarmış.

Evet, bu film uzunluğu, görsel ve temasal zenginliği ve başka şeyleriyle tam bir ‘blockbuster’, yani bir üstün-yapım. Ama bir eleştirmenin dediği gibi bu “kişisel bir üstün-yapım; bir uzay operası”. Bir başka eleştirmense şöyle yazmış: “David Lynch’in Dune filmini hep seveceğim -kendisi çok benimsemiş olmasa da... Ama gerçek Dune işte bu film”.  Gerçi o filmi görememişim, kitaplarımda yazısı yok. Ama yine de bu görüşe katılmamak mümkün gözükmüyor.

Elbette filmi izlerken kimi klasikler de akla gelmiyor değil... Tüm bir Star Wars serisi, Arabistanlı Lawrence (özellikle çöl sahneleri nedeniyle), 2001- Uzay Yolu Macerası, Apocalypse Now. Veya unutulmuş bir film: Antonioni’nin The Red Desert filmi... Ama filmin kendi kişiliğini ve mesajlarını kesinlikle bulduğu da söylenmeli.

Oyunculara gelince... Doğrusu çok iyi bir ekip kurulmuş.  Timothée Chalamet bizzat Villeneuve’ün deyişiyle “eşsiz bir rock star gibi duruyor!”. Onu gerçekten özlemiştik. Baba rolünde Oscar Isaac yeterince soylu. Ki onu yakın zamanda Digitürk’deki Bir Evlilikten Sahneler adlı dizide hayranlıkla izlemiştim. Annede Rebecca Ferguson da büyük yeteneğini bir kez daha kanıtlıyor.

Ama sürprizler de var. Chani’de Zendaya, Stilgar’da Javier Bardem, hele hele rahibe Mohiam’da  Charlotte Rampling’i bulmak... Az şaşırtıcı değil...

Filmin başında Birinci Bölüm yazılıyor. Ama arkası gelmiyor. Anlaşılan bu hikâyenin sadece başlangıcı. Ardından en az bir üçleme gelecek deniyor. Doğrusu beklemeye değer...

Son bir not. Yönetmen filmi için “Bu ayni zamanda bir büyük perde deneyimine bir saygı duruşu (tribute) olarak görülmeli” demiş. Filmi yapabilirseniz İstinye Park’taki Imax sistemle izleyin derim. Artık başka nerelerde var, doğrusu bilmiyorum.


Atilla Dorsay'a Yaşam Boyu Onur Ödülü

Sinema eleştirmeni, yazar, gazeteci  Atilla Dorsay, Puslu Yayıncılık ve Puslu Kitabevi’nin düzenlediği Edebiyat Günleri kapsamında 23 Ekim’de İstanbul Arnavutköy’de, kitaplarını imzalayacak.    

Cumartesi günü saat 15:00’te  Avlu34 AVM’deki Puslu Kitabevi'nde okuyucuları ile bir araya gelecek olan yazar Atilla Dorsay, Türk ve Dünya sineması konulu bir söyleşi gerçekleştirecek.

Söyleşi ve imza programı sonrası Puslu Yayıncılık ve Puslu Kitabevi tarafından Atilla Dorsay’a Yaşam Boyu Onur Ödülü takdim edilecek.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"