01 Ağustos 2017

Jeanne Moreau'nun anısına: Sinemanın elinde eşsiz silahlar var

Oyuncu Jeanne Moreau’nun anısına 2006 yılında yaptığım söyleşiyi yeniden paylaşıyorum

          

Dün sabah Paris’te yaşamını yitiren oyuncu Jeanne Moreau’nun anısına 2006 yılında yaptığım Jeanne Moreau: “Sinemanın elinde eşsiz silahlar var” başlıklı söyleşiyi yeniden paylaşıyorum:

Fatih Özgüven geçen gün Radikal’deki yazısında Jeanne Moreau’nun yıllardır en çok karşılaşıp konuşmak istediği sinema yıldızı olduğunu yazdı. Benim için de öyle miydi? Bilmiyorum, ama en azından ilk üç arasına girdiği kesindi.

Çünkü bu muazzam kadın, 1950’den başlayarak sinema tarihini kesintisiz biçimde kat etmiş, adı Yeni Dalga ile özdeşleşmiş, 120’yi aşkın filmlerinin çoğunda hep kendini yenilemiş ve sinemanın son yarım yüzyılına damgasını vurmuş bir kişilikti. Bir sinemasever için bundan daha heyecan verici ne olabilir? 

Ama onu bu gelişinde yakından tanıyınca, önce Emek sineması sahnesinde, sonra Fransız Sarayı’ndaki yemekte ve nihayet baş başa bir saat geçirdiğimiz Çırağan Oteli’nde uzun boylu konuşunca, bambaşka şeyler keşfettim. 1928 doğumlu, demek ki bugün tam 78 yaşında olan sanatçı, son derece gençti: dinamik, enerjik, heyecanlı, tutkulu, hayalci, vizyoner... Ve de öfkeli. Öyle ki, konuşmamız sırasında bir sorumu sevmediğinde veya fotoğrafçımız Sinan onu “aşağıdan yukarı” resimlemeye kalktığında, hemen sesinin tonunu yükselterek bizi azarlamaktan da geri kalmayan...

Önce bana bir gece önce CNN’de izlediği bir tartışmadan söz etti, coşkuyla... Bangladeş üzerine bir tartışmaymış, Bangladeşli ve İngiliz konukların katıldığı... Herkes bol bol demokrasi lafı etmiş, klasik şeyler söylemiş. Tek bir kişi meselenin özüne dokunmuş, geri kalmış ülkelerdeki büyük yozlaşmaya değinmiş ve iktidarın insanları nerdeyse kaçınılmaz biçimde yozlaşmaya yönelttiğini savunmuş:

“-Bunu yapan kimdi, biliyor musunuz? Bangladeşli genç bir sinemacı. Bir tek o konunun derinine indi. Ki bu yalnızca geri kalmışların sorunu değil. ABD’de var, bizde de”.

Jeanne Moreau / Berlin 2000 (Fotoğraf Atilla Dorsay)

Sinemanın büyük gücü

Ve o heyecanla sürdürüyor:

“- Tarih boyunca baskıya, dinsel fanatizme karşı çıkanlar yazarlar, filozoflar, sanatçılar olurdu. Bugün hepsinin etki gücü azaldı; çünkü yaptıkları yeterince medyatik değil. Seslerini duyuramıyorlar. Oysa sinema çok medyatik, çok popüler bir alan. Sinemacının elinde eşsiz bir silah var. Sinemanın ünlüleri öylesine etkili ki, istedikleri her şeyi kitlelere anlatabilir, önemli mesajlar verebilirler. Bu sinemanın gücü ve ayni zamanda hepimizin sorumluluğu da o ölçüde büyüdü”.

Moreau sinema sanatının gücünü gerçekten çok önemsiyor:

“ - Sinema birbirimizi, başkalarını, ötekini anlamak için büyük fırsat. Gitgide yaygınlaşan ırkçılığı, yabancı düşmanlığını ortadan kaldırabilmek, insanları, halkları yaklaştırmak için en büyük şans. Bunu daha iyi kullanmalıyız”. Ve ekliyor:

“ - Sinema politika yapmaz. Büyük sinemacılar, politik adamlar değildir. Sinema bir ayna tutar, bir parfüm gibi bizi sarar, bir büyü yaratır. Politika değildir, ama ahlaktır, estetiktir. Bize gerçeği değiştirmeden, bozmadan verir. Değiştirmiş gözükse bile... İyi bir film, müzikal komedi bile olsa zamanını ve insan gerçekliğini yansıtır”.

Jeanne Moreau / Berlin 2000 (Fotoğraf Atilla Dorsay)

Soruyorum:

“Yönetmenlere çok saygılı gözüküyorsunuz. Ama öyle yıldızlar vardır ki, her şey onlarla başlar, onlarla biter. Örneğin Greta Garbo...Ve de siz”.

Karşı çıkıyor:

“- Hayır. Garbo veya Marlene Dietrich dönemi başkaydı. Yıldızların büyüsü herşeyden önemliydi. Ama günün birinde Fransa’da bir eleştirmen, Andre Bazin çıkıp ta yönetmenlerin birer ‘auteur- yaratıcı’ olduğunu söyledi ve her şey değişti. 20.yüzyılın 2. yarısı, artık yönetmenler çağıdır.

Elbette hepimiz farklıyız. Örneğin Simone Signoret, eşi Yves Montand’la birlikte kendini siyasete adamıştı. Ben hiç siyaset yapmadım, siyasetten hoşlanmadım. Ben büyük yönetmenlere eşlikçilik ederim. Onlar beni kendi düş alemlerinin içinde görmek isterlerse, ben de o aleme girerim. Oyunculuğun başında hepimizin ego’su vardı. Önce o gelirdi. Ama insan zamanla öğreniyor. Birinin kılığına girmeyi ve her rolden, her kimlikten etkilenmeden, parçalanmadan çıkmayı öğreniyor.

Jeanne Moreau / Berlin 2000 (Fotoğraf Atilla Dorsay)

Hiç fahişelik yapmadım!..

Ben hiç fahişelik yapmadım. Sapkın değilim, zalim, aşırı gururlu, kötü kalpli, zina yapan bir olmadım hiç... Tarihin bir tek döneminde, 20. yüzyılda yaşadım. Ama kimleri oynamadım ki... Oyunculuk bu işte... Her kılığa girebilmek...Bir büyük projenin, bir maceranın içinde size düşen rolü oynamak...Ve bunu yaparken asla yalnız olmadığınızı, etrafınızdaki herkesin, diğer oyuncuların, figüranların, teknisyenlerin, ışıkçı veya makyajcıların da bir büyük arkadaş gurubu olup ayni maceraya katıldıklarını bilmek. Ve hepsiyle dost olmak. İşte oyunculuk bu demek”.

En sevdiği rollerini soruyorum. Ya da kaçırmaktan üzüntü duydukların:

“- Asla kariyer hesapları yapmadım. Kimi zaman senaryoyu hiç görmeden, yönetmenle iki laf ettikten sonra o maceraya atıldım. Yönetmene güvenmek esastır. Her filmi, her rolü bir meydan okuma, hayata bir tür yeniden katılma olarak aldım. Hayat bir aksiyondur. Bir film ise reaksiyondur. Sinema tümüyle hayata karşı tepkidir, bir cevaptır. Bir kendini ifade biçimidir. Yönetmen için de, oyuncu için de”.

Onu ilk üne kavuşturan Louis Malle filmlerinden, “İdam Sehpası” ve “Aşıklar”dan söz etmek istiyorum. Hemen kesiyor:

“-O filmlerden konuşmayalım, bu beni çok üzüyor. Malle’la tutkulu bir aşk yaşadık. O bana tutuldu, ben ona vuruldum. Ve bu uzun süre devam etti. Artık o yok. Ama kalbimde bir yerde hep var olacak”.

Jeanne Moreau / İstanbul 2006 (Fotoğraf Atilla Dorsay)

“Şeytan”ın yönetmeniyle evlilik

Moreau, üç kez evlenmiş. Sonuncusu ünlü Amerikan yönetmeni, “The Exorcist- Şeytan”la zirveye çıkan William Friedkin:

“- Onu bir film için Fransa’ya geldiğinde tanıdım. Sonra “Şeytan”ı yaptı ve çok ün kazandı. Ve bana evlenme önerdi. Çok şaşırdım. Gerçi annem İngiliz’di, bu dile ve kültüre yabancı değildim. Hatta rastlantılar öyle olmasaydı, bir İngiliz oyuncusu bile olabilirdim. Ama ABD’de yaşamayı hiç düşünmemiştim. Kabul ettim, 1977’de New York’ta evlendik. Hem New York, hem de Los Angeles’te evleri vardı. İki kentte de yaşadım. Ve Amerika’yı çok sevdim”.

Ama üç yıl sonra, o Fransa’nın göbeğinde ilk yönetmenlik denemesi olan “L’Adolescente- Genç Kız”ı çekerken, Friedkin telefon edip boşanma istemiş:

“- Pek nazik bir jest değildi. Ama hemen evet dedim. Evliliği başaramıyorum, bana göre değil. Bir daha da evlenmedim. Bakın, bu hafta Paris Sinematek’i bir Friedkin toplu-gösterisi düzenliyor. Beni arayıp açılış konuşmasını yapmamı istedi, kabul ettim. Çünkü kin tutma huyum yoktur”.

Moreau tiyatroyla işe başlamış ve tümüyle hiç kopmamış. Son dönem dışında... Bir aralar ABD’de Tennessee Williams’ın ünlü “Kızgın Damdaki Kedi” oyununda oynamış:

“-Tam bir başarısızlık oldu bu... Birçok şey yanlıştı, karşımdaki oyunculardan başlayarak... Ama en ilginci şuydu: en son Baltimore’da oynadık ve oyunun New York’a gitmeyeceği, orda biteceği açıklandı. Bunun üzerine kıyamet koptu ve insanlar ABD’nin her yanından kalkıp oyuna geldiler. İki hafta uzatmak zorunda kaldık”.  

Yaşlılığı günah gibi görenler

 

Moreau’ya ‘bu yaşta’ böyle enerjik ve üretken olmasının sırrını soruyorum: genetik bir şey mi bu?

Kızıyor:

“-Herkes kalıplara, klişelere saplanıyor. Eğer hastalık, ölüm yolunuzu kesmezse çok ileri yaşlara kadar üretebilirsiniz. Ama her şeyi kalıplaştıranlar, belki de bu nüfus artışı çağında gençlerin önünü açmak için yaşlılığı sürekli bir günah gibi görenler, adeta efsaneler yaratıyorlar. Şu veya bu yaşta işinizin bitmiş olması gerekiyor. Buna hiç inanmadım ve gidebildiğim kadar yolumda gideceğim”.

Beş yıldır Angers Festivali’ni himayesine alan Moreau, sürekli genç yönetmenlerle çalışıyor, daha ilk filmlerini çekenlere bile destek olmaktan çekinmiyor.

“- Ben gerçek bir sinema tutkunu ve meraklısıyım” diyor. Peki, bir gece önce Fransız Sarayı’nda tanışıp konuştuğu ve yemekteki konuşmasında adlarını kağıttan okuyarak iltifat ettiği yönetmenlerimizi, Zeki Demirkubuz ve Yeşim Ustaoğlu’nu nerden tanıyor?

“-Onları merakım sayesinde tanıyorum. Zeki’yi iki filmiyle Cannes’a katıldığında keşfettim. Ustaoğlu’nu ise “Bulutları Beklerken”i izlediğim Angers’de. Bunlar ‘küçük filmler’ değil. Bize hayatın çok farklı yüzlerini anlatan büyük filmler.”.

Ve de özellikle Zeki Demirkubuz veya Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde oynayabileceğini söylüyor. 

İstanbul izlenimleri

Ziyareti hakkında ne düşünüyor? “-İstanbul’da çok iyi karşılandım. Çok kısa kaldım, ama herkes bana çok iyi davrandı. Bana yapılan bu davranış, aldığım ödül elbette çok hoşuma gidiyor. Ama bunun aslında sinemaya ve ayni zamanda benim tüm filmlerimi yaratmış, onlara katkıda bulunmuş herkese verilmiş olduğunu düşünüyorum. Ben kişisel zaferler için seyahat etmiyorum, ödül peşinde değilim. Ödüllerin benim değil, sinemanın geçmişine, özellikle filmlerinde çalışma şansına eriştiğim tüm bu harikulade insanlara verildiğini düşünmeyi tercih ediyorum”

Ve ekliyor:

“- Çok az şey gördüm. Ama olağanüstü insanlarla tanıştım. Genç yönetmenler, gazeteciler, sanat adamları. Türkiye’ye ilk gelişim, ama bu ülkeyi, bu kenti her zaman biliyordum. İlk fırsatta yeniden gelip gerçek anlamda tanımak istiyorum.”

Moreau iyi bir aşçı olarak tanınıyor. Neler pişiriyor en çok?

“-Yemek anlatılmaz, tadılır. Ama, işte size kartım, Paris’e gelirseniz, beni arayın. Bir akşam mutlaka gelin ve tadına bakın”.

Moreau artık dünya sinemasının bir ‘Grande Dame’ı. Bu yaşında hala proje dolu, heyecan dolu. Döner dönmez, son filminin tanıtımı için Berlin ve Viyana’ya gidecek. Sonra bir film için Kanada’ya. Sonra Bosnalı genç bir yönetmenin ilk filmi. Ve hayat böyle sürecek. Gittiği kadar...

Başlıca filmleri:

Kıralıçe Margot/ İdam Sehpası/ Aşıklar/ Tehlikeli İlişkiler/ Moderato Cantabile/ Gece/ Jules ve Jim/ Eva/ Dava/ Bir Oda Hizmetçisinin Günlüğü/ Tren/ Viva Maria/ Mademoiselle/ Siyah Gelinlik/ Monte Walsh/ Nathalie Granger/ Valsçılar/ Kaderi Arayan Adam/ Querelle/ Alabalık/ Nikita/ İnsan Yüreğinin Haritası/ Veda Vakti

 

Yazarın Diğer Yazıları

En görkemli ve etkili aşk filmlerinden biri

İki baş oyuncusu, Andrew Garfield ve Florence Pugh inanılması zor bir başarıyla bu görkemli melodramı sırtlanmışlar. Garfield ayni fiziğiyle son derece etkileyici olurken, Pugh bir kadın için zor biçimde, fiziğini ve özellikle yüzünü öylesine değişimlere açıyor ki…

Bir gerilim filminin sürprizler içeren devamı

Ana teması ‘starlar ve fanları’ olarak düşünülebilir. Ama belki asıl teması tam bir çöküş ve çıldırma öyküsü olması... Her şeye sahip bir ‘star’ın önlenemez dramı... Ya da fantastik bir dehşet filmi de denebilir. Kanı biraz aşırı bol...

Özel bir kahramanın son ve en şaşırtıcı filmi

Asıl tema belki de şudur: Arthur Fleck tam anlamıyla iki yüzlü bir adamdır. Sanki korku klasiği Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi... O sanki kötülükle iyilik arasında sıkışıp kalmıştır

"
"