08 Ekim 2021

İkinci Dünya Savaşı'nın bilinmeyen kıyımları

İkinci Dünya Savaşı denince en çok Nazi suçları ve onların kurbanı olan Yahudi ırkı akla geliyor. Ama dünyanın başka yanlarında da büyük dramlar yaşanmış başka kıyımlar yapılmış.

KARDAKİ  KÜLLER    X  X  X  ½

(Ashes in the Snow)/ Yönetmen: Marius A. Markevicius/ Senaryo: Ben York Jones, Ruta Sepetys/ Görüntü: Ramunas Greicius/ Müzik: Volker Bertelmann/ Oyuncular: Bel Powley, Lisa Loven Kongsli, Martin Wallström, Jonah Hauer-King, Peter Franzen, Sam Hazeldine, Tom Sweet, Adrian Schiller/ Litvanya yapımı, 2018.    

Bu hafta gösterime giren filmler zayıf. Bir-iki ilginç gözükenine basın gösterimi yapılmadı. Gittiğim birindense hiç hoşlanmadım. Bu durumda Dijiturk’de gösterilen ve çok sevdiğim bir filmden söz etmeyi yeğledim

 Litvanya kökenli Amerikalı yazar Ruta Sepetys’in romanı Between Shares of Grey’den Ben York Jones tarafından senaryolaştırılan bu film, İkinci Dünya Savaşı'nın çok az bilinen bir yöresine ve olayına eğiliyor. Bir yabancı eleştirmenin dediği gibi, ikinci savaş denince en çok Nazi suçları ve onların kurbanı olan Yahudi ırkı akla geliyor. Ama dünyanın başka yanlarında da büyük dramlar yaşanmış başka kıyımlar yapılmış. Bu film bunlardan unutulmuş birine değiniyor: Baltık yöresindeki Litvanya halkı ve onlara Stalin yönetiminin reva gördüğü inanılmaz zulüm ve kıyım...

Biz bunlardan özellikle bir aileyi tanıyoruz. Gencecik Lina, annesi Elena ve küçük erkek kardeşi Jonas’la yaşamaktadır: 1941/42 yıllarının o inanılmaz zor koşulları altında ve aslında Nazizme karşı cephe almış Sovyetler’in beklenmedik zulmüne uğrayarak... Irkçılığın tarih içindeki bu en baskın döneminde, Ruslar  da kendi ırkçılıklarını uygulayabilecekleri ve canına okuyabilecekleri bir halk bulmuşlardır!.. Babaları Kostas faal bir ajan ve savaşçıdır: daha sonra ortaya çıkacağı gibi...Ama çok meşguldür ve  ailesini gerçek anlamda koruyabilecek durumda değildir.

Böylece olaylar gelişir. Lina son derece iyi bir çizicidir: etrafında gördüğü her şeyi kağıda dökebilen....Böylece ortaya portreler, hayvan ve doğa resimleri çıkar. Ve o ayni zamanda ülkenin iyi bir okuluna kabul edilir. Ama olayların fırtınası içinde bu bir hayal olur.

Rus askerlerin arasında son derece yumuşak başlı, duygusal ve çocuk yüzlü Nikolay da vardır. Ve o Elena’ya nasıl bir işkenceci pozisyonuna düşürüldüğünü anlatır; insanın içini acıtır bir uslupla... Öte yandan, genç Lina da mahpus ırktaşı Andrius’la bir  duygusal ilişki geliştirir. Ama ana-kızın koşut gelişen sevdaları, dönem koşulları içinde mutluluk getirecek gibi değildir. Tıpkı Shakespeare’in Romeo ve Jülyet’inde olduğu gibi, bu ilişkiler son derece düşman bir çevre içinde ancak trajediye yönelecektir.   

Sonra en kötüsü gelir. Sovyetler bu halkı Sibirya’ya sürmeye karar vermişlerdir. Ve uygulama başlar, Elena ve iki çocuğu yola düşerler. Nikolay da görevli olarak oradadır. Ve o iklimde, filmde dendiği gibi “bir buz cehenneminde bir büyük aile” Altay Dağlarına doğru yola çıkar. Laptev denizine ve  arktik iklimdeki toplama kamplarına yönelerek...Nazi SS’leri komünist NKVD’lerle değiştirin: karşınıza yeni bir Schindler’in Listesi çıkacaktır!...

Görüntü yönetmeni Ramunus Greicius’in ustalıkla yakaladığı o tundra iklimi manzaraları; Alman Volker Bertelmann’in müziği ve hemen tüm oyuncular bu soykırım filminin hayata geçmesine büyük katkıda bulunurlar.

Ama özellikle Lina’da Bel Powley (kendisi 2015’de The Diary of A Teenage Girl’le tanınmıştı) ve Nikolay’da Martin Wallström’u övmek isterim. Son bir not: Bir sahnede çalan müzik tüm oyuncuları gözyaşına boğar. BununLitvanya milli marşı olduğunu sonradan öğreniriz. Filmin elbette en çok onlara ve özellikle de tüm Baltık halklarına seslendiği açık. Ama bence bu temalara ilgi duyan herkes görmeli.

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Son günlerdeki siyaset ve ülke sorunları üzerine birkaç düşünce

Bir ortak vicdan yaratmaya bir küçük katkısı olabilir umuduyla...

Ringlerde görülegelmiş en zalim maçların öyküsü

Asıl soyadları Adkisson olan bu garip ailenin öyküsü usta biçimde anlatılmış. Oynak bir kamera, ABD'nin Texas'taki Spectatorium gibi gerçek büyük salonlarında çekilmiş sahneleri etkileyici biçimde verir

İmamoğlu gelirse…

Belki İstanbul'u da kurtarma şansı doğar...