Gitgide yağmaya, ranta ve betona teslim olan, hiçbir ana planın (eskiden ‘nazım plan’ denirdi) temel kurallarına tabi olmayan, neredeyse her yerde her isteyenin istediğini yaptığı izlenimi veren güzel İstanbul’da çok seyrek de olsa iyi haberler geliyor. Öylesine az ki bunlar, her birini bir bayram vesilesi yapsak yeridir!...
İşte en sonuncusu. Haydarpaşa Garı denen o muhteşem yapı 2010’da uğradığı ve çatısını tahrip eden büyük yangından sonra, önce kaderine terk edildi. Daha sonra yörenin ‘turizm ve ticaret alanı’ ilan edilmesiyle birlikte otel yapılacağı söylendi. Asansör ve çatısına ‘cafe’ gibi şıklıklar öngörülen...
Nasıl olur demeyin...Dünyanın en güzel, en eski ve ön önemli kentlerinden biri olan İstanbul, uzun süredir adeta sadece bir rant kapısı, bir yatırım alanı ve inşaata dayalı bir ekonominin oyun sahası gibi görülüyor, öyle kullanılıyor. Bu yoz bakış içinde bu kentin doğasından tarihine, eski yapılarından geleneksel meydanlarına eşsiz bir kimlik ve kişilik taşıdığı, hele o yapıların herbirinin özenle korunması gereken birer varlık olduğu akla bile gelmiyor.
Oysa diyelim ki Haydarpaşa bu kentle nasıl ayrılmaz bir bağ içindedir...Eski payitahtı engin Anadolu’ya bağlayan son iki yüzyılın büyük buluşu tren, taşra kentlerinden gelip burada denizi kucaklar ve kentin bir başka güzelliği olan Boğaz vapurları ahaliyi Avrupa’ya taşır.
Bu görkemli yapı artık sayısız kuşakların göç, gezi ve yolculuk anılarıyla bütünleşmiş, adına ‘ortak bellek’ dediğimiz şeyin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu tarihsel olgu, Yeşilçam denen ve bu halkı birbirine bir kültürel çimento gibi bağlayan o büyülü hamurla da yoğrularak görselliğe kavuşmuştur. Başta Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları olmak üzere birçok filmde, buraya göç edenlerin ilk adımları veya buradan gidenlerin veda mekanı olarak akıllardadır. Böyle bir yapıyı nasıl unutur ya da o bitmeyen rant iştahınıza feda edersiniz?
İşte o güzel yapı artık kurtulmuşa benziyor. Çağdaş bir onarım projesi kabul edildi, yakında başlıyor. Ve DDY genel müdürü de bakanlığın sonunda burayı yeniden gar olarak kullanma kararından söz etti.
Evet, çünkü ulaşım sorununun en modern ve büyük yatırımlarla çözümlenmesi furyası içinde, tren öylesine ihmale uğradı ki...Oysa en pratik, ucuz ve rahat bir çözümdü. Bu yüzden Batı’da ne tren unutuldu, ne de her biri büyük kentlerin ana buluşma mekanlarından olan kent garları ortadan kayboldu.
Ya bizde? Melih Aşık’ın yazısından naklediyorum: Gebze- Halkalı arasındaki tren hattının sadece Ayrılıkçeşme- Kazlıçeşme arasındaki 13 kilometresi açılmış. Geri kalan 63 km. kalmış. On yıla yakın bir süredir tren İstanbul’dan uzak. O güzelim banliyö trenleri de yok... Ne Gebze- Haydarpaşa, ne de Halkalı- Sirkeci.
Böylece Sirkeci garı da işlevsiz. O Sirkeci garı ki, kuşaklar boyu ne unutulmaz bir dekor oldu: özellikle Avrupa’ya işçi göçü başlayınca, kimbilir kaç milyon insanımız ülkeye buradan veda etti, sonu bilinmez bir maceraya atıldı.
Öte yandan burası Avrupa’dan gelen trenleri de karşıladı. Orient Express- Şark Ekspresi denen o efsane tren, daha 19. yüzyıldan başlayarak Avrupa’nın kaymak tabakasını bize taşırdı. Bu olay yakın yıllara dek turistik bir nitelik alarak sürdü. Tercüman-rehberlik yıllarımdan bilirim: zaman zaman grupları buradan karşılardık. Hatta bir keresinde Edirne’ye gidip trene oradan binerek yolcularla birlikte karşılamayı izlemiştim: orkestralı, müzikli, folklorlu bir tören...Hayli görkemli, hayli coşkulu.
Tüm bunlar tarihin çöplüğüne atıldı. Bunları hiç yaşamamış, o ortak bellekten nasibini almamış ve öğrenmeye de gayret etmemiş insanlar işbaşına geldi. Ve tüm bu güzellikler unutuldu, unutturuldu. Ne yazık!...
Şimdiyse İstanbul ve tren yeniden birleşecek, 2018’e sarksa da bu yatırım bitirilecekmiş. Umarım gerçekleşir ve bu nisyan (unutkanlık) ve utanç tablosu artık silinir.
Bunları yazarken yalnızca nostaljik olmak istemiyorum. Nüfusu çığ gibi artan İstanbul’un (bu ayrıca yazılması gereken apayrı bir sorun!) büyük kitlesel ulaşım yatırımlarına ihtiyacı olduğunu kabul ediyorum. Bu alanda yapılan Marmaray’dan yeni metro hatlarına birçok şeyi destekliyorum. Hatta üçüncü köprü ve üçüncü havaalanına da destek verebilirdim: bunların çevrelerinde rant amaçlı yapılaşmaya izin verilmeyeceğine ve böylece yeni çevre faciaları yaratılmayacağına emin olsaydım!...
Ama tüm bunlar başka, ulaşımın ve başka şeylerin simge-yapılarını korumak başka. Bu alanda gereken çabanın hemen hiç gösterilmediği öylesine ortada ki...Daha ne çok yazı kaldırır...
Elbette kentin başka simgeleri de var. Ve çoğu kaybolup gitti. Örneğin Taksim’in göbeğinde gerçek bir utanç anıtı gibi duran AKM. Haydarpaşa kadar eski olmayabilir, ama onun da en azından son yarım yüzyıl içinde kaç kuşağın tiyatrodan operaya, baleden sinemaya birçok kültürel anısına mekan olduğu unutulabilir mi? Şimdiyse devasa bir reklam panosu duvarı olarak ve içten içe çürüyerek orada yatıyor. Ne ayıp!...
Elbette sinemalar var, tiyatrolar var, eski lokantalar var. Artık neyi kurtarsak kardır diye bakmak gerekiyor. O güzelim Emek gitti, bari çok daha küçük olsa da gerçek bir mücevher olan ve kapalı duran Alkazar’ı kurtarsak... Rejans lokantasının ya da Hacı Baba’nın yeniden açılacağı haberlerine sevinsek, açıldığında gidip önlerinde kuyruk yapsak...Vs. vs.
Ve belki daha önemlisi, Taksim meydanının sonunda ne hal alacağını merakla beklerken, bir diğer eski ve güzel meydanın, Aksaray meydanının, o korkunç yeraltı geçitleri kaldırılarak, bir köşesinde yıkılan binanın yerine geniş bir park yapılarak eski güzelliğine kavuşacağı haberine ilgi duyup gelişmeleri izlesek...Bu kent böyle bir ilgiyi ve sevgiyi hak etmiyor mu?