Bir süredir siyaset üzerine yazmadım, Çünkü yazamadım, elim varmadı.
Benim siyaset yazmam aslında son dönemdeki olayların bende yarattığı öfkenin itmesiyle oluştu. Öyle bir öfke ki, büyük bir ülkenin hiç hak etmediği halde içine itildiği kaos, kargaşa, düzensizlik, giderek çılgınlığın bir yansımasıydı. İlla da tek adam olmak isteyen ve bu uğurda her şeyi göze aldığı artık açıkça ortaya çıkmış bir siyasetçinin ülkeye yaşattıklarına karşı doğal, sağlıklı, bence olmazsa olmaz bir öfke.
Öfkem duruldu mu? Tam tersine, son günlerde giderek arttı. Ama o noktada da yazı yazmak kolay değil, hatta mümkün değil. Çünkü o öfkeye gem vurmanız, onu kamuoyu önünde yazmanın gerektirdiği inceliklerle beslemeniz kolay değil. O zaman, belki yazmamak en iyisi.
Ama bugün yeniden ve kısaca siyasete dönmek istiyorum. Cumhuriyet’te çıkan şu haber üzerine... Malum kişinin, katıldığı TV söyleşisinde, aslında hepsi tepki uyandıran, hepsi akla zarar, büyük çoğunluğu mahkemelik olabilecek sözlerinin içinden bir inci gibi özenle seçip alınabilecek şu sözlere bakınız:
“Ben 17 şehidimizin ailesini aradım. Tek bir olumsuz tepki almadım. Bir baba ‘benim beş evladım daha var. Kendimle beraber feda etmeye hazırım’ dedi. Böyle babalar da var. Ama karakteri bozuk olanlar da var. Bu karakteri bozuk olanların yanında, bu babalara feda-i can etmeye hazırım”.
Şimdi, bakar mısınız? Öyle bir baba figürü çiziyor ki, canı gibi sevdiği oğlu şehit düştüğü zaman bile bağrına taş basıyor, hiçbir tepki göstermiyor, kimselere kızmıyor. Bu şehadetin ve yanındaki onlarcasının nedenlerini hiç sorup soruşturmuyor, bu ölümlerin niye vuku bulduğu üzerine hiç kafa yormuyor.
Canından can alan ölümü ya kader ya da her vatandaşın sırası gelince devlete-millete ödemesi gereken bir borç kabul ediyor. Sadece vatan-millet diyor, başımızdaki büyüklere dua ediyor, öfkesi varsa da içine atıyor. Sanki ideal bir AKP seçmeni, onulmaz bir RTE hayranı, sürünün içinden bir koyun...
Böyle yapmayanlar, yapamayanlar, belki çocuklarını çok, çok sevdikleri için duygusal nedenlerle bu tepkiyi gösterenler...Ya da yine elbette onları çok sevmenin yanında akılcı olarak duruma bakanlar...
Ve böylece kendi kendilerine şu tür sorular soranlar: Niçin bunca zamandır bu şiddetin günün birinde patlayacağı hesaplanmadı? Niçin buna set çekme umuduyla başlanan barış süreci yarı yolda bırakıldı?
Aslında bu daha çok son seçim sonuçlarının uyandırdığı düş kırıklığı nedeniyle olmadı mı? Ve savaşın böylesine körüklenmesi, aylar-yıllardır derin Anadolu’nu en derin yerlerine böylesine silah yığılabilmesi nasıl, hangi gaflet ve dalaletle mümkün olabildi?
Ve niçin hep bu vatan görevleri o üst sınıfların, o yöneticilerin, o siyasetçilerin, o büyük kent Beyaz Türklerinin çocuklarına düşmez de, hep o halk çocuklarına, o ezik ve kavruk insanların evlatlarına düşer? Bu gereksiz, anlamsız, çirkin ve zalim gerilla savaşının hep kırsal kesimden kurban vermesi şart mıdır? Sırası geldiğinde şahadetin de paylaşılması gerekmez mi?
Ama eğer bu soruları soracak bir bilinciniz, en azından halklara özgü bir sağduyunuz varsa... Ve bunu bir cenazenin anlatılmaz matemi, bir eş-dost topluluğunun ortak kederi, burnunuza uzatılmış bir kameranın veya samimi bir gazetecinin bir sorusu karşısında ifade etme cesaretiniz varsa...
O zaman, malum kişinin yargısı kesin ve acımasızdır: Siz ‘karakteri bozuk’ birisiniz. Ve sizin oğlunuzun kaybı karşısında en küçük bir tepki göstermeniz, en ufak bir protestoda bulunmanız olsa olsa karakter bozukluğunuzu gösterir.
Ne denir? Böylesine empati ve anlayış yokluğu karşısında ne diyebilirsiniz? Belki “hay senin karakterine” demekten başka...