Sevgili Gülriz Sururi. Sevgili Ayşe Arman. Bizlere ‘aşıklar günü’nde öylesine güzel bir armağan sundunuz ki...
Artık sürekli haber ve illa da sansasyon peşinde bir ‘magazin basını’nın... Hep alımlı kadınların ve mutlaka hafif sakallı bıçkın delikanlıların kahramanı olduğu Türk usulü basmakalıp aşk filmlerinin...
Ve hayata sadece keyif ve zevk alma vizyonundan bakan, hedonist bir yaşam biçiminin dejenere ettiği aşk denen olaya ve onun gerçek derinliğine yeniden dalmamızı sağladınız. Gözlerimizden yaşlar getirme pahasına... Helal olsun!..
Yılların ötesinden bir dostluğumuz vardı, Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’la... Hangisini daha önce tanımıştık, bilemiyorum. Daha 50’lerin sonunda, sonradan haince yok edilen Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda bizlere Muhsin Ertuğrul yönetiminde harika bir Hamlet sunan Engin’i mi?
Yoksa Şehir tiyatrosundaki ‘çocuk oyunları’ndan sonra, hemen aynı yıllarda Küçük Sahne’de bizi mest eden, sonradan Muammer Karaca’da ve Engin’le birlikte kurdukları kendi tiyatrolarında, örneğin eski Elhamra sahnesinde her tür rolün altından kalkan eşsiz Gülriz’i mi?
Ama bunun önemi yok. Onlar birbirlerine öylesine yakışan bir çift, herşeyi öylesine paylaşan bir ikiliydiler ki...Yıllar boyu tiyatrolarda, galalarda, kokteyllerde karşılaşıp durduk. Bizi birleştiren başta sanattı. Ama sonra bunun hayata aynı dürbünden bakma, benzer duyarlılıklarda, benzer bir dünya görüşünde birleşme keyfi olduğunu da fark ettik. Ve o birliktelikleri keyfini duyarak, tadını çıkararak yaşadık.
Sonra Engin hastalandı. Beş yıl kadar önce... Bir kalp rahatsızlığından sonra alması gereken ilaçları almadığı için beyinde pıhtı oluştu, ardından Afazi denen hastalık geldi; bir tür felç, özellikle de konuşamama hastalığı (Gülriz’e göre bu Engin’in “sanki bir Rus Ruleti oynaması ve kaybetmesiydi!)
Ve onlar birden ortalıktan kayboldular. Engin zorunlu olarak yatıyor ve evden çıkamıyordu. Yürümeye başladıysa da konuşma yeteneğini geri kazanamadı. O sahnede Shakespeare’i en güzel oynayan büyük aktör gitmiş, yerine çocuk gibi anlaşılmaz sesler çıkaran biri gelmişti.
Ama Gülriz yılmadı. Ayşe Arman’ın çok iyi yazdığı gibi, artık 90’ına yaklaşan (tam olarak 87 yaşında), ama Allah’tan hala çok dinç ve enerjik Gülriz, büyük aşkına asla sırtını dönmedi. Tersine, o aşkı inatla sürdü, sürüyor. “Ben hâlâ her şeyi onunla yapmak istiyorum, güzel bir filmi beraber izleyelim istiyorum” diyor.
“Bu adamı ölesine seviyorum. Kendimi bırakamam, iradeli olmam ve işleri kotarmam gerekiyor” diyor. “Bana hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. Bu da beni iyi hissettiriyor. Hayatım boyunca sorumluluk almaktan hoşlandım. Ama şimdi bir tek korkum var: Ya önce ben ölürsem? O zaman Engin’e kim bakacak? O yüzden benden sonra Engin’e ne olacağını programlamaya başladım” diyor.
İşte böyle bir kadın Gülriz. Ve böylesi bir aşk bu... O uyduruk, üçgünlük ilişkilerden değil. Ömür boyu sürecek bir bağlılığın, hep sadık kalınacak tek bir insanın, hep tutulacak bir yeminin aşkı.
O sözümona aşk romanı yazarları, sözümona aşk filmleri yönetmenleri, sözümona aşk dizisi kotarıcıları iyice baksınlar. Aşk neymiş, nasıl olurmuş, öğrensinler. Belki bu gerçek aşktan bir küçük ölçü de kendi yapıp ettiklerine katmayı becerirler.
Ama Gülriz ve onun kendisinden altı yaş küçük kocasına aşkı tek örnek değil. Geçen gün o unutulmaz Danimarkalı Kız üzerine yazdığım gibi, nasıl o filmde gerçek aşk kadının erkeğe duyduğu aşk ise, burada da öyle.
Ama örneğin yine bizden sevgili Fatma Girik’in sevgili Memduh Ün’e aşkı da böyle değil miydi? Ve onun uzun süren hastalığının son gününe dek başı ucunda beklemedi mi?
Ya sevgili Adalet Ağaoğlu? Gözünün nuru Halim’ini uzun süredir evinden çıkamaz hale getiren hastalığı onu da eve kapamadı mı?
Evet, asıl kadınlar seviyor. Asıl kadınlar gerçekten sevmesini, bir sevgiye ömür adamasını biliyor.
Ya erkekler? Hemen aklıma bir zaman önce, kansere tutulan eşini alel-acele boşayıp tanınmış bir kadın gazeteciyle birleşen ünlü reklamcı geliyor. Bir süre sonra terk edilen eş ölmüş, onlarsa bunun acısı ve utancı içinde ilişkilerini sürdürememişlerdi. Bilenler bilir!..
Edebiyatta da öyle. Erkek yazar aşka bulaştığında, olsa olsa Eric Segal, Nicholas Sparks veya Esat Mahmut Karakurt ortaya çıkıyor. Kadın el attığında ise Jane Austen, Bronte kardeşler veya Françoise Sagan. Aradaki fark belirgin değil mi?
Evet, sinemada da öyle, sanatta da, gerçek hayatta da. Aşk denen o tanrısal duygunun en çok kadına yakıştığı yadsınabilir mi?