AYNI YILDIZIN ALTINDA
(The Fault in Our Stars)/ Yönetmen: Josh Boone/ Senaryo: Scott Neustadter, Michael H. Weber/ Görüntü: Ben Richardson/ Müzik: Mike Mogis, Nate Walcott/ Oyuncular: Shailene Woodley, Ansel Elgort, Nat Wolff, Laura Dern, Sam Trammel, Willem Dafoe, Lotte Verbeek, Ana Dela Crus/ Fox film
Belki 1970 yılındaki ünlü Love Story- Aşk Hikayesi filminden beri, aşkla hastalığı en ustaca birleştiren ve gözlerimizden usturuplu biçimde yaş getirmeyi başaran en iyi filmlerden biri, belki de birincisi.
İkisi de 18 yaşlarındaki kahramanlarımızın okul ve dersler, ana-babayla çekişme gibi klasik gençlik sorunları yanısıra temel ve ortak dertleri, kötü sağlıkları. Gus görünürde sapasağlam, ama kanser bacaklarından birini yiyip bitirmiş ve dizden aşağısı takma. Hazel ise yüzünde takılı olan ve tam burnunun altından geçen bir oksjjen tübüyle dolaşmak ve yaşamak zorunda. Onda da kanser var ve ölüme çok daha yakın duruyor.
İki genç, bir kanserliler moral toplantısında tanışıyorlar. Gus aslında en iyi arkadaşına destek olmak için gelmiştir: bir gözü alınmış, öbürü de alınmak üzere olan ve böylece körlüğe mahkum gözüken bir delikanlı ve yanı başındaki, onu herzaman ve her koşulda sevecek gözüken sevgilisi. Sürekli ‘forever- daima’ sözcüğünü karşılıklı yineleyip duran bir ikili (Ama acaba hangi noktaya kadar?).
Hazel ise küçük yaştan beri tutulduğu hastalığın getirdiği ameliyatlar ve panikler içinde büyümüştür. Böyle bir hastalar grubuna hiç ihtiyacı yoktur, ana-babasının zoruyla gelmiştir. Ama işte o ‘ilk bakışta aşk’ derler ya...Film bunu öylesine güzel ifade ediyor ki...Oğlanın o okyanus gibi geniş ve masum yüzündeki mavi gözleri, kızın sanki yaşından olgun gösteren meleksi yüzüne bir takılıyor, bir daha ayrılamıyor. Aşkın elle tutulur biçimde perdeden geçtiğini hissediyor, aralarında oluşan bağın gücüne sanki gıptayla bakıyoruz.
Ve işler yürüyor. İkisi de en genç ve güzel çağlarında, ölümün Damokles’in kılıcı gibi hep başlarının üzerinde sallandığı bir ortamda, acemi adımlarla bu beklenmedik macerayı yaşamaya, tümüyle bakir ruhlarını ve bedenlerini keşfetmeye çalışıyorlar.
Kader onları, ikisinin de hayata direnme mesajları veren bir kitabını okuyup çok sevdikleri bir yazarla tanışmak için, birkaç günlüğüne Amsterdam’a atıyor.. Ve o kanallar ve köprüler şehrinde, alkole teslim olmuş manyak yazar tüm hayallerini yıksa da, birbirlerini ‘tanımak’ fırsatını buluyorlar. Aşkları her anlamda pekişiyor. Ama eve dönüş ve belaları göğüsleme kaçınılmazdır.
Film bir büyük hüzün destanı, görkemli bir aşk masalı gibi gelip yüreklerimize yerleşiyor. En temel ve içten haliyle tanımlanmış Aşk... Öylesine doğal ve doğru biçimde yazılıp oynanmış ki.. Elbette öncelikle senaryonun ustalığına şapka çıkarmak gerekiyor. Zaten vaktiyle Love Story’nin başarısı da Erich Segal denen popüler yazarın ustalıklı kaleminden kaynaklanmıyor muydu? Burada da, John Green’in kitabından Scott Neustadter-Michael H. Weber ikilisinin yaptıkları uyarlama sıradışı.
Gerek Amerika, gerekse Amsterdam sahneleri, mekan kullanımı açısından mütevazi da olsa kimi dersler içeriyor. Final ise sinemanın görüp görebileceği en acılı ve acıklı sahnelerden birini sunuyor. Gözyaşlarınızı tümüyle özgür bırakmak veya durdurmak artık sizin seçiminiz!...
Bu küçük görünüşlü, ama aslında büyük film, bir kez daha hep düşündüğüm bir şeyi kanıtlıyor: duygusal filmlerde başarılı olmak için, duyguların zeka ve bilincin süzgecinden geçmesi şart. Yoksa klişelere sığınarak, kopya üzerine kopya yaparak ‘aşk filmi’ çekmek olmuyor.
Filmin başarısında gencecik oyuncuları Shailene Woodley ve Ansel Elgort kadar, annede Laura Dern ve yazarda Willem Dafoe denen usta oyuncuların da katkısı büyük.