19 Kasım 2021

Gerçek bir trajediden yola çıkmış bir masal

Spencer, Şilili yönetmen Pablo Larrain’in damgasını taşıyor, büyük ölçüde... Ayrıca Claire  Mathon’un görüntüleri, Jonny Greenwood’un müziği de çok başarılı.

SPENCER       X  X  X  ½

 

Yönetmen: Pablo Larrain/ Senaryo: Steven Knight/ Görüntü: Claire Mathon/ Müzik: Jonny Greenwood/ Oyuncular: Kristin Stewart, Timothy Spall, Sally Hawkins, Laura Benson, Sean Harris, Jack Farthing, Jack Nielen, Freddy Spry, Lore Stefanek, Elizabeth Berrington, JohnzKeog, James Harkness, Stella Gonet, Amy Manson/ İngiliz- ABD- Şili- Almanya yapımı, 2021

Spencer’le İngilizlerin talihsiz prensesi Diana’nın ne ilişkisi var demeyin... Onun da ailesi İngiliz tarihinin soylu bir sülalesine dayanıyor. Belki en ünlü ve en trajik üyesi de Anne Boleyn olan... 16. yüzyılda eşi 8. Henry’yi kendisine delice aşık eden, sonra onu aldatınca boynunu cellada vermekten kurtulamayan trajik figür... O ailenin devamı da Spencer soyadını taşıyor. Ve Diana çok başka bir biçimde de olsa atasının trajedisine yaklaşıyor.

Aslında olay ve kişilik daha önce de film ve TV yapımlarına yol açmıştı. En ünlüsü 2013 yılındaki Oliver Hirschbiegel imzalı Diana sayılmalı: başrolde Naomi Watts’ın ışıldadığı...

Gerçek bir trajediden yola çıkan bir masal” başlığıyla açılan bu filmdeyse, bize Galler Prensi Charles’la evli olduğu için Galler Prensesi diye anılan Diana’nın hayatından sadece üç günü izliyoruz. Bu da kuşkusuz yetersiz kalıyor; onun 1997 yılında, sadece 36 yaşında Fransa’da bir tünelde ve yanında Mısırlı sevgilisi olduğu halde geçirdiği meşum kazayla ölümüne tanık olamıyoruz. Ama bunun bir yararı da oluyor; bu üç günde ve bu film sayesinde İngiliz tahtı ve bu tarihin en eski krallığı üzerine o kadar çok ve çoğu ilginç bilgiye sahip oluyoruz ki...

Böylece prenses gereken şoför ve korumadan uzak, tek başına sürdüğü arabayla kuzey İngiltere’nin Norfolk yöresinde ve kraliyetin uçsuz-bucaksız çayırlarında yol alıyor. Amacı civardaki Sandringham Sarayı'nda bir Noel partisine katılmaktır: soyluluğun en tepedeki zirvesiyle birlikte... Ama ya isteyerek, ya da raslantılarla gitmesi iyice gecikiyor. Oysa soylular beklemez, Ana Kraliçe ve etrafı ise haydi haydi beklemez...

Ne var ki Diana Spencer ciddi biçimde hastadır ve büyük bir bunalım geçirmektedir. Onu bu yüzlerce yıllık örf ve adetlere, bu bitmeyen seremoni ve törenler uygarlığına yerleştirecek hiçbir güç yoktur. Hele eşi Charles’ın kendisini aldattığını öğrenince: ayni kolyeyi ikisine birden hediye etmek ne akılsızlıktır!...Ki öfkesi ona kolyenin incilerini önündeki çorbaya dökmeye ve sonra midesine indirmeye bile götürecektir!...

Böylece karşımızda belki herkese göre olmayan ve bir nehir gibi ağır ağır akan bir psiko-dram buluruz. Özelliği bence şu olan: belki bizlere bir aristokrat, bir krallık mensubu üzerine şimdiye dek yapılmış en incelikli, en ayrıntılı portreyi sunan bir film... Ve İngiliz krallığı üzerine neredeyse bir belgesel... Böylece tüm o görkemli saray mekanlarını, arada  Kraliçe Victoria’nın yatak odasını bile görürüz... Kraliçe Elizabeth’i, eşi Windsor Dükü’nü, oğlu Prens Charles’ı, kraliçenin başdanışmanı  Alistar Gregory’yi tanıdığımız gibi, mutfaklara geçer ve her biri bir askeri şef gibi davranan baş aşçının komutlarıyla bir operasyon gibi hazırlanan şölenlere tanık oluruz. Ya da ziyafetler için saraylara girenlerin giriş ve çıkışta mutlaka tartılmalarına... Ki böylece o zahmetli yemekler sayesinde kilo alınıp alınmadığının iyice saptanması için!...

Ve ayrıca Diana’nın emekçi sınıfa duyduğu yakınlığa da tanık oluruz. Baş hizmetkârı Maggie’ye öylesine güvenir ve onunla öylesine yakınlaşır ki... Hatta Maggie ona ‘aşık olduğunu’ (lezbiyen bir aşkı ima ederek!) açıklamaktan çekinmez. Ayrıca Alistar Gregory’den diğer hizmetkarlara hemen herkese sıcak davranır. Ama elbette en çok sevdiği çocuklarıdır: geleceğin prensleri Wiliam ve Harry. Ve filmin içinde onlarla olduğu sahneler belki en dokunaklı olanlarıdır.

Ve de Diana elbette bir doğa aşığıdır. Bu yüzden yine Kraliyet’in geleneklerinden avcılığa da karşı çıkar. Hele o sülün avı... Ve buna kendi çocukları dâhil küçük yaştakilerin de çağrılması... İşte bir isyan konusu daha...Ve böylece sülünleri de koruma altına almış olur, gider ayak!...

Böylece bu ilginç kadın portresi bir ölçüde tamamlanmış olur. O Sefiller’i okumayı, Operada Hayalet’i izlemeyi, basit şeyleri ve sade hayatı sevdiğini açıkladığı kadar, kimi zaman ‘mastürbasyona başvurduğunu’ da itiraf etmekten çekinmez. Dedik ya, o her şeyiyle özgürlük aşığı biridir. Ve kader onu erken alacaktır.  Filmde geçenlerden sadece 6 yıl sonra... Ülkesinden uzakta, Fransa’da.... Ve bu yüzden şimdi bir Fransız mezarlığında yatan...

Film kendine özgü Şilili yönetmen Pablo Larrain’in damgasını taşıyor, büyük ölçüde... 2008’lerden itibaren üst üste çevirdiği Tony Manero, No, The Club, Jackie (Jacqueline Kennedy’nin biyografisi), Ema gibi filmlerde en çok kadın portrelerini incelik ve özgünlükle çizmeyi başaran Larrain, bu filmle de hayli ilgi topladı, alkış aldı. Ayrıca Claire  Mathon’un görüntüleri, Jonny Greenwood’un müziği de çok başarılı.

Film elbette Kristin Stewart’ın üzerinde duruyor. Ve oyuncu çok inandırıcı bir oyun veriyor. Film boyunca onlarca giysiyi de en yakışan biçimde taşımayı başararak... Ayrıca Alistar Gregory’de Timothy Spall, hizmetkâr Maggie’de Sally Hawkins ve hemen hepsi İngiliz oyun geleneğinden gelen tüm yardımcı oyuncular da kusursuz.

 YARIN: KRAL RİCHARD ve HAYALET AVCILARI

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tenis, rekabet, cinsellik ve eşcinsellik

Filmin cinsellikle eşcinselliği birleştirdiği, giderek sinemada sporla seksi inceliklerle sunan filmlerin başına geçtiği açık

Sinemanın unutulmuş bir yan dalına görkemli dalış

Dublör, belki biraz fazla uzun; ama görmeye değer bir yapım