Cannes
Cannes’ın patırtısı içinde ve onca filmin arasında, yabancıları çok da ilgilendirmeyen bir film bizler için son derece ilginçti. Üstelik özel bölümde ve sadece tek bir seansta sunuldu.
2015 yapımı filmin adı Midnight Returns- The Story of Billy Hayes and Turkey- Gece Yarısı Dönüyor: Billy Hayes ve Türkiye’nin Hikayesi.
Bu belgesel, bir dönemin ünlü Geceyarısı Ekspresi’nin, onun ana kahramanı Billy Hayes’in, onun serüvenini anlatan kitabın ve de ünlü filmin öyküsünü veriyor. İlgili tüm kişilerle yapılmış söyleşiler birbirini izliyor. Ve de hayatta olan kişilerin bugün ne yapıp ettikleri de gösteriliyor.
Ama asıl önemli olan belki de bu filmin, geçen yüzyıl tarihinde Türkiye’ye yaptığı büyük kötülüğü deşmesi. Bu da olabildiğince yansız biçimde, taraf tutmadan yapılıyor. Hem de Kanadalı bir kadın yazar-yönetmen, Sally Sussman’ın bakışıyla...
Elbette filmin ardındaki asıl sermayeyi bilmek kolay değil. Kimileri bunun Türk derin devleti olduğunu da söylemiyor değil!.. Ama öyle olsa bile, bence helal olsun!.. Bir devlet, bir kereliğine halkını böylesine üzmüş, küçük düşürmüş ve ulusal onuru ciddi biçimde yaralamış bir konuda, ucuz milliyetçiliğe sapmadan bilimsel ve sanatsal bir çaba göstermiş. Fena mı?
Çok özetle hatırlatırsak, Billy Hayes 60 sonları-70 başlarında dünya gençliğini saran özgürlük havası, ‘hippie kültürü’ ve protesto atmosferinde, iyi bir Amerikan ailesinden gelen, ama kendini uyuşturucuya teslim etmiş biriydi. O yıllarda bunun marihuana denen türünün yapıldığı bir afyon çiçeğini yetiştiren sayılı ülkelerden biri olan Türkiye de, uyuşturucunun nisbeten kolay sağlandığı bir yer sayılıyordu. Ve bu yüzden, hippielerin de bir ziyaretgâhı olmuştu.
Hayes de bunun büyüsüne kapılmış ve 1970’de ülkeye ayak basmıştı. Kısa süre sonra üzerindeki 2 kilo afyonla yakalanıp hapsi boylayacaktı. Önce 3 yıl hapis cezası. Türk avukatı ona birkaç ayda çıkarsın derken, birden yüksek yargıdan gelen yeni karar: ömür boyu hapis!.. Billy’nin ve onunla birlikte dünya kamuoyunun yaşadığı şoku düşünebiliyor musunuz?
Nedenleri filmde bir ölçüde ortaya çıkıyor. Bu belayla savaşmayı kafasına koymuş dönemin ABD başkanı Nixon, bir yandan Türk hükümetinin afyon çiçeği tarıınına son vermesi için büyük paralar ödemeyi öneriyor. (Günümüzün kimi olaylarıyla benzerliği görüyor musunuz?)
Öte yandan, yine Nixon bu olayı başta Türkiye kimi ülkelerde yapılan uyuşturucu ticaretine son vermek için kullanmak istiyor. Bu açıdan, Billy Hayes olayında gelecek ağır bir cezanın caydırıcı etkisine güveniyor. Yani Billy’nin uğradğı o büyük ve insanlık dışı hukuk skandalı, aslında ABD’nin bize empoze ettiği birşey...
Filmde bunlar ve başka birçok şey ortaya çıkıyor. Öncelikle karardan sonra Hayes’in yaşadığı büyük macera... 1975 yılında İmralı adasındaki cezaevinden kayıkla kaçıp önce İstanbul’a, sonra Atina’ya kapağı atmak... Ailesinin yolladığı uçak biletiyle vatanına dönen Hayes, o andan itibaren kendisini dünyanın en ünlü kişileri arasında buluyor. Ne de olsa o Türk zindanlarından kaçıp kurtulmuş ve kapağı medeni Batı’ya atmış bir kurbandır o... Çok uzaktan biraz da Yılmaz Güney’inkine benzeyen bir serüven... Hele ikisi de İmralı’danm kaçmış olunca!..
Sonrası malum. Önüne gelen sayısız öneri, kitap, TV ve sinema teklifleri. Hayes kitabını üç ay içinde oluşturmuş. Hemen ardından film projesine başlanmış. Sir ünvanlı İngiliz yapımcısı David Puttnam’ın Columbia şirketinin kanatları altında başladığı girişimde, senaryo Hollywood’da yeni yeni tanınan yazar-yönetmen Oliver Stone’a emanet edilmiş. Yönetimse İngiliz ustası Alan Parker’e...
Filmin dünya galası 1978 Cannes şenliğinde yapılıyor. Başta Fransız hemen tüm eleştirmenler filmdeki koyu ırkçılığı ağır biçimde eleştiriyorlar. Hatta biri “CIA’inin yaptırdığı faşist bir film" diye yazıyor.
Ama seyirci büyük ilgi gösteriyor. Film dünya çapında bir başarı kazanıyor. Hatta iki de Oscar alıyor: senaryo ve Giorgio Moroder imzalı müzik. Ama asıl önemlisi, tüm dünyada Türkiye aleyhinde bir büyük nefret kampanyasınını, görkemli bir haçlı seferinin en önemli aracı haline geliyor.
Karşımıza gelen film, işte tüm bunları hatırlatıyor. Ama, asıl önemlisi, filmle ilişkili hemen herkesi konuşturarak bir hesaplaşma alanı açıyor. İngilizler, yani Puttnam ve Parker gerçi İngiliz gururlarını koruyor ve pek taviz vermiyorlar. Ancak Parker yine de ’kimi cümlelerden onur duymuyorum’ diyor.
Oliver Stone ise en pişman gözükeni. “Dili ve Türk halkına saldırıyı biraz abartmışım” itirafında bulunuyor. Filmde bir tek iyi ve olumlu Türk karakteri olmadığı gibi, tüm sözümona Türklerin de Türkçeden başka her şeye benzeyen ve de Rumca’dan Ermenice’ye farklı tınılar içeren konuşmaların yanlışlığı da dil uzmanlarınca belirtiliyor.
Filmde ayrıca Nixon’dan Bülent Ecevit’e dönem politikacıları, diplomatk Melih Esenbel’den pop müzik kıralı Ahmet Ertegün’e bizi dışarda temsil edenler de var. Ve görüş belirtiyorlar.
Ve de elbette, bol bol Bill Hayes. Ömrü boyunca bu macera ve bu filmin artık hiç kurtulamayacağı biçimde takipçisi,hatta esiri haline gelmiş bir yaşlı adam. Korkunç beş yılı izleyen yıllar onun zafer dönemi olmuş. Herşeyi denemiş: yazarlık, oyunculuk (filmde Charles Bronson’la oynadığı bir filmden sahneler var!). Bol bol TV’ye çıkmış, konferanslar vermiş, hala da veriyor.
Ve Türkiye’yide unutmamış. En son 2012’de gelmiş. Ve en önemlisi, 2014’de New York’da yapılan bir törende Türk diplomatlarla bir araya gelip Türkiye’yi öven sözler etmişler.
Hayes aptal değil. Cannes’daki gösteride karşılaştık. Hem sunuş konuşmasını dinledim, hem de filmin sonunda onunla birkaç dakika da olsa söyleştik... Özellikle filmin biz Türklere ne kadar fenalık ettiğinin bilincinde. Ve sanırım belli bir sempatiyle birlikte bir tür pişmanlık duygusu da var. Nitekim bir soruma karşılık şöyle dedi:
“Bana hala Geceyarısı Ekspresi filmimde Türklere karşı büyük hakaret içeren cümleleri soruyorlar. O sözler benim kitabımda var mıydı, kimse sormuyor" Yani Hayes, dolaylı olarak filmin içerdiği ağır ırkçılığın kendi eseri olmadığını söylüyor. Ki bana da öyle geliyor. İlginç değil mi?