30 Mayıs 2014

Fos çıkan bir büyük proje

Şimdi son dönemin en zengin oyuncu kadrosuna sahip bir filmle karşı karşıyayız

BAŞKANLARIN HİZMETKARI
(The Butler)

Yönetmen: Lee Daniels
Senaryo: Danny Strong
Görüntü: Andrew Dunn
Müzik: Rodrigo Leao
Oyuncular: Forest Whitaker, Oprah Winfrey, John Cusack, Cuba Gooding Jr, Alan Rickman, Terrence Howard, Lenny Kravitz, James Marsden, David Oyelowo, Liev Schreiber, Robin Williams, Vanessa Redgrave, Jane Fonda, Alex Pettifer, Mariah Carey/ Amerikan filmi

Son dönemde Hollywood’dan gelen ırk sorunları ve ırkçılık üzerine filmler çığ gibi büyüyor. Yalnızca son aylarda 12 Yıllık Esaret ve Mandela gibi iki iddialı filmden sonra, şimdi de son dönemin en zengin ‘casting’ine (oyuncu kadrosuna) sahip bir filmle karşı karşıyayız: adeta yok yok!.. Buna karşın filmin hayli yetersiz, hatta zayıf olduğunu, giderek o zengin kadronun bile filmin aleyhine çalıştığını söylemek bilmem abartılı olur mu?

‘Gerçek olaylardan esinlenmiş’ yazısıyla açılan film, anlatılan öykünün ne derece gerçek olduğunu belirtmiyor. Bildiğim kadarıyla Beyaz Saray’da 1950’lerden 80’lere dek hizmet veren bir zenci ‘butler’ (baş uşak, kahya) var olmadı.

Ama diyelim ki bunu o dönemdeki ABD’nin ırkçılıkla ilişkilerini en tepeden, yani Beyaz Saray’dan yansıtmak için bir araç olarak aldılar. Pekala, öyle olsun... Böylece 1920’lerde her zenci çocuk gibi yoksulluk içinde dünyaya gözlerini açmış, pamuk işçisi babası annesiyle birlikte olan şehvet düşkünü beyaz efendi tarafından gözlerinin önünde, alnından vurularak öldürülmüş Cecil Gaines’i tanıyoruz.

Gaines her ırkdaşı gibi korku ve çaresizlik içinde büyüyor. Ayni akıbete uğramamak için Güney’deki o çiftlikten kaçıyor, bir ‘ev hizmetkarı’ olma eğitimi alıyor. Ve sonunda kapağı, baş uşak mevkiine yükseleceği Beyaz Saray’a atıyor: 1957 yılında... Bu ona 30 yıl boyunca ABD’deki siyahi eylemi ve onu ezme çabalarını başkanların yanı başından izlemesi için gerekli ortamı yaratacaktır. Eisenhower, sonra hinoğlu hin Nixon’u geçerek iktidara gelen John Kennedy. Sonra suya-sabuna dokunmaz bir Johnson. Sonra –iki dönem için!- Nixon. Ve de Reagan. Ve Amerikan ırkçılığının yarım yüzyıla yayılan acılı, kimi zaman utanç verici tarihi.

Tüm bunlar aslında ilginç. Hele benim gibi –okurlarım iyi bilir- ırkçılığı en büyük bir günah sayan ve bu konudaki her çabayı peşin bir sempatiyle karşılayan bir sinemasever için... Ne var ki bu bile filmi başarılı bulmaya imkân vermiyor. Yarım yüzyıllık bir Amerikan tarihi hülasası, beyazların siyahlara karşı suçlarının bir dökümü. Ama öylesine yüzeysel ki, hiçbir şeyin derinine inemiyor: ne onca ünlü kişi birkaç çizgiyle de olsa canlanıyor, ne bu büyük tarihsel suçun anatomisi beliriyor. Alabildiğine didaktik, öğretici kalıyor film, dram biryana belgesele bile dönüşemiyor. 

İki baş oyuncu, Forest Whitaker ve ünlü sunucu Oprah Winfrey daha baştan yanlış seçimler. Whitaker iyi bir oyuncu, Oprah ise oyuncu değil, hiç değil. Ama asıl sorun, ikisinin de karakterlerinin gençlikleri için fazla yaşlı olması. Bu nedenle Cecil Gaines’le hiç kaynaşamıyoruz, eşi Gloria ise bir türlü bir karaktere dönüşemiyor.

Yardımcı oyuncular daha da kötü. İlk başlarda Vanessa Redgrave o kısacık ‘beyaz sahibe’ rolüne hayatiyet katıyor. Ama ya diğerleri? Robin Williams’ın Eisenhower’i, John Cusack’ın Nixon’u, Alan Rickman’ın Ronald Reagan’ı, hele hele tanınmaz hale gelmiş bir Jane Fonda’nın Nancy Reagan’ı karikatür gibi!.. James Marsden- Minka Kelly ikilisi John ve Jacqueline Kennedy’de belki en iyileri: sempatileriyle kazanıyorlar!.. Mariah Carey’in pamuk işçisiyse ABD’de öylesine alay konusu olmuş ki... Ben artık bir şey eklemeyeyim!..

Sonuç olarak film, böylesine dev bir projenin ve iddialı bir konunun, senaryodan casting’e herşeyiyle yanlış bir yaklaşımla nasıl karaya oturduğunu göstererek, ders almasını bilenlere iyi bir ders veriyor. Bu da belki en ilginç yanı... 

 

Robin Williams’ın bitmeyen öfkesi

ASABİ ADAM 
(The Angriest Man in Brooklyn)

Yönetmen: Phil Alden Robinson
Senaryo: Daniel Taplitz, Assi Dayan
Görüntü: John Bailey
Müzik: Mateo Messina
Oyuncular: Robin Williams, Mila Kunis, Peter Dinklage, Melissa Leo, James Earl Jones, Hamish Linklater/ Amerikan filmi.

Özlediğimiz Robin Williams’ın dönüşü. Yine özlediğimiz yönetmen, Field of Dreams- Düşler Tarlası, Sneakers- Şifreciler, The Sum of All Fears- En Büyük Korku filmlerinin tam 12 yıldır köşesine çekilmiş yazar-yönetmeni Phil Alden Robinson’un da dönüşü. Ancak bu iki dönüşün verdiği umutları pek gerçekleştirmeyen bir yarım başarı.

Bu kez Robinson’un elinden çıkmayan senaryo, gençlik yıllarında yumuşak ve iyimser bir adam olsa da (bu birkaç sahneyle gösteriliyor), yaşlandıkça bir öfke canavarına dönüşen, New York’un ünlü ve hareketli Brooklyn semti sakini Henry Altmann’ın öyküsünü anlatıyor. Kentin ünlü trafik sıkışıklıklarından birinin tam ortasında yakaladığımız ve bir Özbek şoförün (burası New York’tur ve her ırktan insan bulunur!) hışmına uğrayan Altmann, ünlü öfke krizlerinden birini geçirir. Kontrol için gittiği hastanede, aslında insan sever bir tıp insanı olan kadın doktor Sharon Gill de ne yazık ki kötü bir gün geçirmektedir. Anlaşmaları mümkün olmaz. Ve doktor, beyin anevrizması geçirmekte olan bu kaba adama hiç gereksiz bir yalan söylemek zorunda kalır: önünde yaşanacak sadece birkaç saati kalmıştır!..

Bunun üzerine Altmann, hayatının finaline bir çeki-düzen vermek için sokağa fırlar. Kırıp durduğu karısının, uzun zamandır görüşmediği kardeşinin gönlünü alarak, ağabeyinin ölümünden sonra kalan tek oğluyla barışarak, aileyi, tüm yakınlarını ve dostlarını son kez biraya toplayarak... Ama bu hiç de kolay değildir.

Film, ilginç olabilecek konusunu zayıf bir senaryo ve inandırıcılık sorunu yaşayan bir olay örgüsüyle biraz harcıyor. Robin Williams aslında suratına yapışan ve yaşlandıkça artan doğal öfke ifadesiyle bu role çok uygun. Yan oyuncular da fena değil. New York kullanımı ise gayet başarılı: dev kentin İstanbul’a da benzeyen biraz unutulmuş köşeleri, bozuk asfaltları, özellikle liman çevresinin tekinsiz duran yapıları gözler önüne seriliyor.

Yine de film derinliksiz duruyor, tümüyle ikna etmiyor. Sonuç olarak insancıl konusunu ve mesajını yeterince boyutlandıramayan bir film.

Yazarın Diğer Yazıları

Kürt sorunu üzerine eski bir yazım

Her gün gözünü ölüm haberleriyle açan bir toplumda, bizim şehitlerimizin onlu sayılarda, onların ölümlerininse yüzlü sayılarda olmasını bize bir teselli diye sunuyorsunuz. Yarın onlarınkiler binlere, bizimkilerse yüzlere tırmandığında da aynı şeyi mi yapacaksınız?

Popüler bir Marvel serisinin sonuncu filmi

Venom: Son Dans filminde aile, üstün zekâ canavarları yener. Böylece filmin bu bölümleri biraz komediye kayar. Kara komedi de denilebilecek...

Atamızın biraz gölgede kalmış bir yanını keşfetmek

Ertan Saban belki Mustafa Kemal’i en iyi canlandıran oyuncumuz olmayabilir. Ama ona öylesine bir canlılık, öylesine bir ‘halkın içinden olma’ özelliği getirir ki... Helal olsun!.. Sanki Ata’mızı bizlere farklı bir boyutla, daha da sevdirir

"
"