24 Kasım 2020
Aslında beklenen bir kitaptı. Türkiye'nin gelmiş - geçmiş en ünlü sinema ikonlarından, ülkesinde bir efsane olduğu gibi dünya çapında da bilinen, tanınan bir sanatçı olan ve aynı zamanda tüm bunlarla orantılı, görkemli, trajik ve örnek bir aşk yaşamış bir isim. Ve o çoktan aramızdan ayrıldığı halde hâlâ dimdik ayakta olan eşi. Onun anılarını yazması ve bu her açıdan özgün ilişkiyi kendi cephesinden anlatması gerekmez miydi?
İşte bu sonunda gerçekleşti. Ve Yılmaz Güney'in dul eşi Fatoş Güney o beklenen kitabını çıkardı: Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun.
Hemen söyleyeyim: Bir solukta okudum. Ve etkilendim; zaman zaman gözümden yaş gelircesine... Herkes benim kadar etkilenmeyebilir, ne de olsa ben de onun hayatına karışmış, onu birçok kez anılarla ve birkaç kitapla anmış biriyim.
Ama işlek bir dille, bir duygu yüküyle ve Güney'in hayat arkadaşından bekleneceği gibi yoğun bir siyasal angajmanla, hâlâ ayakta bir "devrimci ruh"la bezenmiş bu kitabın çok kişiyi kendine çekeceğine inanıyorum. Üstelik ölümünden tam 36 yıl geçmiş bir sanatçı için, bu anılar artık daha çok gecikmemeliydi.
Bir küçük giriş, Fatoş'un bu notlara daha 1989 yılında Paris'te başladığını düşündürür gibi oluyor. Daha orada Yılmaz'ın kalbini çaldığı bu kendisinden küçük ve başka bir toplumsal sınıftan gelen genç kıza sürekli yaptığı bir telkin ortaya çıkıyor: "Senden bir şey isteyeceğim mavi kuş. Yazmalısın, mutlaka yazmalısın. Beni, kendini, yaşadıklarımızı, direncimizi, zor günleri anlatmalısın."
Evet, işte mavi kuşu sonunda onu dinlemiş ve bu benzersiz anılar ortaya çıkmış... Hoşgeldin Fatoş...
Önce ve elbette çocukluk ve gençlik yıllarını, ailesinin dökümünü anlatmış. Köklü bir aileden gelen Birsen hanımla, Makedonyalı ve Arnavut kökenli babası Gani beyin evliliği mutlu bir evlilik. Nüfusa Jale Fatma Süleymangil olarak kaydolup İstanbul'un her daim gözde semti Moda'da geçen ilk çocukluk yılları; İtalyan Kız Ortaokulu'nda başlayan iyi bir eğitim... Daha 13 yaşındayken Hürriyet gazetesinde gördüğü bir haber: Yılmaz Güney adlı bir aktör tartışma sonucu müzisyen Alper ve ağabeyi İlhan'ı haşat etti. Alper onun sık sık gittiği Moda Deniz Kulübü'nde çalan Şerif Yüzbaşıoğlu orkestrasının bateristi değil mi? Ve Fatoş sormadan edemez: "Kim bu Yılmaz Güney denen serseri?"
Ve ilgi duyulan ilk yeni yetmeler; o eşsiz gençlik aşkları... Ali, Alper, Hasan, Coşkun... Ama kader ağlarını örecek ve okul arkadaşı, Yeşilçam'dan bir yönetmen yardımcısıyla evlenen Nadia'nın ısrarıyla bir Güney filminin setine gidecektir. Orada Fatoş (ki artık 17 yaşındadır) şöyle düşünecektir: "Böyle anlamlı, kederli gözleri olan, böyle güzel bakan birine niçin Çirkin Kıral demişler?"
Ve buluşmalar, söyleşmeler. Fatoş örneğin onun şu sözlerini hatırlar: "Sen berrak bir su, aydınlık bir sabahsın. Sen şimdi gencecik bir fidansın, dünyanın tüm kötülüklerinden, pisliklerinden uzak, habersiz, ürkek bir mavi kuşsun. Senin masallarında hep iyi ve güzel insanlar var; hepsi de mutlu yaşarlar, değil mi? İster misin, ben de sana masal yerine gerçekleri anlatayım? İster misin, sana kendimi anlatayım?"
Ve böylece açılır, aynı zamanda ona "24 yaşında iken Nevşehir cezaevinde yazdığı" ilk kitabı Boynu Bükük Öldüler"i vererek... Oradaki Remz aslında Yılmaz'dır. Ve Çukurova'da başlayan yoksul, haşin, acıklı, zaman zaman dramatik bir çocukluğu/gençliği olmuştur. Fatoş bir yandan onun ilk başyapıtı olan Seyyithan filmini gidip sinemada -hayranlıkla- izlerken, öte yandan ne olursa olsun Yılmaz'ın dünyasına girmeye karar verir:
"Evet, böyle bir dünya olmalıydı; artık nasıl bir hayat sürmek istediğimi biliyordum. Pamuk işçilerinin de benim gibi tüm imkanlara sahip adil bir dünyada, eşit yaşayabileceğimiz bir düzen gerekiyordu. Demek ki bu düzenin değişmesi gerekiyordu. Bunu isteyenlere 'komünist' deniyordu ve bunlar daima cezalandırılıyordu. Yazdıkları hikâyelerden, kurdukları hayallerden ötürü bile hapishaneye düşebiliyorlardı. Tıpkı Yılmaz gibi."
Ve ekliyor: "Bu hayalini kurduğum dünyanın tam ortasında, okuduğum kitaptaki tüm boynu büküklerle birlikte, Yılmaz duruyordu."
Böylece bir büyük aşkın, kökenlerindeki büyük eşitsizliğe ve çarpması kaçınılmaz gözüken sınıfsal duvarlara karşın nasıl görkemli biçimde sürebileceği ortaya çıkıyordu; belki hem gerçek insanlık tarihi içinde; hem de hayalgücünün ve sanatın yaratabileceği ilişkilerin en "sahih" ve en etkileyici olanlarının başına geçerek...
Sonrası bir uzun ve büyük maceraydı: Gergin, hareketli, tantanalı, sık sık yoğun bir dram ve trajedi atmosferine bürünerek; zaman zaman aksiyona da baş vurarak... Bilinen bir macera; en azından yerli - yabancı Güney hayranları, has sinemaseverler, ama aynı ölçüde yorulmak bilmeyen devrim düşkünleri, sadık '68'liler, iflah olmayan sol yürekliler tarafından...
Ama tüm bunlar Fatoş'un dokunuşuyla bambaşka bir önem ve anlam kazanıyor ve hepimize mutlaka bilmediğimiz birkaç şey öğretiyor. Komünizmden ilk mahkûmiyetinin hemen eşiğinde Atıf Yılmaz'la tanışması ve onun yanında sinemaya fiilen ilk adım atması. Ama ne sağlam bir atışmış!.. İkisinin de ruhu şad olsun. Ve o cezanın komik gerekçesi: Hikâyedeki para için fuhuş yapan kadının şu sözleri: "Ah domuzlar sizi!.. Birgün hepinizin topunu attıracaklar ya, dur bakalım ne zaman." Bu cümle Yılmaz Pütün'e bir yıllık bir mahkûmiyet getirecek ve onu Nevşehir cezaevine yollayacaktı.
Yıllar sonra, 1970',te evleneceklerdi. Levent'teki evde kıyılan nikah ve sonrasında Lalezar Kulüp'te verilen kokteylle (ki yakın zamanda bu olayın 50. yılı kutlanmıştı). Ailesi asla kabul etmeyeceği için evini terk edip giden Fatoş sayesinde... Ve arkada kalan şu kısa mektupla: "Sevgili anne - babacığım. Anladım ki ben sizin istediklerinizi yapamayacağım. Beni bağışlayın. Ben gidiyorum. Sizi çok seven kızınız Fatoş." Aşk bu kez sınıfsal uçurumu atlamıştı; gerçek hayatta pek görülmeyen biçimde...
Ama Yılmaz ona hep sevgi kadar korku da sunacaktı. Özellikle yanından ayırmadığı silahı nedeniyle... Ve Fatoş şöyle diyecekti: "Artık kabul etmiştim, silahın üçüncü bir kişi olarak yanımda olmasını... Korkuma yenilmiştim: Ya dedikleri bir gün doğru çıkar da vururlarsa onu? Mecburdum; böyle bir acının vicdan hesabını nasıl verirdim kendime?"
Ve ardından Umut gelecekti, birçok ankete göre sinemamızın hâlâ en beğenilen filmi. Yılmaz'ın Fatoş'a "İşte sana asıl düğün hediyem" diye sunduğu... Gerçek bir başyapıt ve bana kesin olarak Türk filmlerini de yazma kararını aldıran... Sinematek salonunda Nadir Nadi'nin de katıldığı bir basın gösteriminden sonra...
Ve sonrasında üst üste o ünlü Güney filmleri: Göreme yöresinde peri bacaları arasında çekilen Ağıt. Melodramatik konusuyla iç burucu Acı. Zarif Umutsuzlar -ki Filiz Akın'la birlikte oynamıştı. Bu arada bir yandan Fatoş'un hamileliği sürerken, öte yandan Yılmaz'ın yoğun biçimde süren politik ilişkileri; dönem adıyla THKP - C gerilla örgütüyle sıkı temasları... Ve 1971'de, 12 Mart olayının o gergin günlerinde yeniden tutuklanarak bu kez İstanbul Selimiye cezaevinde hayli uzun sürecek bir yeni hapishane deneyimine başlaması.
Ki ben zaten Onat Kutlar yönetimindeki Türk Sinematek Derneği sayesinde onunla önceden tanışmış, hatta kitapta adı geçen Mecidiyeköy'deki King Otel'de ilk söyleşimi yapmıştım. Onu bu kez Selimiye'de de görüp söyleşi yapacaktım; gazetem Cumhuriyet'in alabildiği özel izin sayesinde...
Ve Fatoş şöyle mektuplar alacaktı: "Dünyamın güzeli sevgili. Bir gün ardına kadar açılmayacak mı bu kapılar? Hüzünler sevince, özlemler gerçeğe dönmeyecek mi? Pencerelerimize vurmayacak mı, güneşin coşkun ışıkları yeniden? Dostlar yeniden çalmayacak mı kapımızı, kokina satan çiçekçi kadınlar geçmeyecek mi sokağımızdan? Ve küçük yiğit aslan oğlum "baba geldi" demeyecek mi? Üzülme sevgili, hayat bizim için beyaz bir güvercindir. Ne kadar uzaklara uçarsa uçsun, dönüp gelecektir."
Küçük Yılmaz bir yaşına bastığında babası hâlâ hapistedir. Ve o yılın Adana Altın Koza şenliğinde Baba filmiyle tüm ödülleri süpürür. Ama yukarıdan gelen bir emirle tüm kararlar değiştirilip ödüller başka filmlere gider. İki yıl sonra çıktığında yeni kitaplar ve yeni projelerle doludur. Ve ilk film olarak Arkadaş'ı çeker. Bana da Kıyıkent'e gidip Yılmaz, Kerim Afşar ve Melike Demirağ'la söyleşi yapmak düşer. Benim için her açıdan anılarla dolu bayıldığım bir film...
Biz filmin basın gösterimini Sinematek'te yaparken, o çoktan yollara düşmüş, Adana'nın Yumurtalık ilçesinde Endişe'yi çekmeye gitmiştir. Sonrası malum: O meşum olay, Yılmaz'ın silahından çıkan bir kurşunla vurulan bir hakim. Ve yeniden uzun hapis yılları. Talihsizlik bu çiftin peşini bırakmamıştır, bundan sonra da bırakacağı yoktur. Ve Fatoş şöyle yazar kitabında:
"Milyonların sevgilisi olsa da nihayetinde bir 'serseri' idi o... Kendinden başka da kimseye bir zararı dokunmazdı, alıcı kuşların dışında... Ne zaman ki sinemasını politikleştirdi; ne zaman gerçekleri göstermeyi görev bildi... İşte o zaman 'sakıncalı' biri hâline gelip yok edilmesi farz olanlar listesine alındı. Bağımsızlık mücadelesinde saf tutmakla kalmadı; devrimcilere ve devrimci yapılara bağışta bulundu, öğrenci liderlerini evinde sakladı. Bunun bedelini ödedikten sonra da asla geri adım atmadı, bilakis daha da bilendi görüşleri... Yumurtalık olayı ondan nefret edenler için kaçırılmaz bir fırsat gibi gözükse de, işler böyle yürümedi. Filmleri eskisi gibi büyük ilgiyle izlenmeye devam etti. Siyasi kimliği oturdukça saygınlığı, itibarı daha da arttı. Güney dergisi de bunu taçlandırdı."
O "hakim cinayeti"yle gelen uzun, upuzun bir mahkûmiyet: Tam 19 yıl... Ve bir hapishaneden ötekine yolculuğun yeni durakları... İlki olan Adana, sonra Nevşehir, Kayseri, Selimiye... İzmit , Toptaşı... Ve sonra cezasının üçte birini çektiği için hak ettiği "yarı açık cezaevi" ilkesine göre nakledildiği İmralı adası. Fatoş'un deyişiyle "O zamanlar büyülü bir ada. Ağaçlar, yamaçlar, kuşlar, engin bir deniz ve sonsuz bir ufuk çizgisiyle resmedilmiş bir tablo." Ve oradan yazılıp dostlara emanet edilen bir dizi senaryo. Dünyanın kimi en güzel filmlerine yol açacak olan: İzin, Bir Gün mutlaka, Sürü, Düşman, Yol... Ve dünyaya yayılan o benzersiz ün: Filmlerini hapishanede yazıp uzaktan yöneten sinema adamı! Bendeniz onu orada da ziyaret edip söyleşecektim. Ama bu kez hiç resim alamadan; yasaktı çünkü...
Ve sonra 12 Eylül geldi. Fatoş'un deyişiyle "12 Mart'ta yaşananlar bir kez daha ve daha vahşi biçimde yaşanıyordu." Yılmaz o umutsuz günlerde şöyle diyordu: "Eğer başıma kötü bir şey gelirse şunu unutma. Hayatta benim için üç önemli şey var: Sinema, sen ve oğlum."
Ve sonra yeni bir hapishane: Isparta. Onu orada görmeye niyet etmiş, ama çeşitli nedenlerden başaramamıştım. Ama orası da bir yarı - açık cezaeviydi. Ve bu Yılmaz'a oradan kaçıp Kemer'e inmek, oradansa bir gemiyle Ege'ye açılıp dışarı kaçma fırsatını getirecekti; tıpkı bir Yılmaz Güney filmi gibi...
Sonrası yine efsanedir. Fatoş ve küçük Yılmaz'la birlikte yaşanan yeni bir serüven. Önce negatifleri dışarı kaçırılan Şerif Gören filmi Yol'un uzun ve özenli kurgulanması. Sürpriz - film olarak katıldığı Cannes 1982'de Altın Palmiye'yi Costa - Gavras'ın Missing - Kayıp filmeyle ortaklaşa alması: İki büyük siyasal sinema örneği. Aynı günlerde vatanından gelen o "vatandaşlıktan çıkarma" haberi. Yılmaz'ın yüreğine kurşun gibi çöken...
Bu arada gelen kaçınılmaz tartışmalar, hatta kavgalar... Örneğin şöyle: "Yatak odasına geçip üzerimdekileri çıkarmaya başladım. Yılmaz arkamdan yetişti: 'Sen burjuva kökenlerine dönüyorsun, anlaşıldı" / "Sen böyle mi anlıyorsun söylediklerimi, yazıklar olsun!"
Ve o arada yeni bir film: Duvar. Yılmaz'ın yüreğinden çok şey koyduğu, haşin, sert, tavizsiz bir vasiyet - film. Belki değeri yeterince anlaşılmamış... Ve sessiz bir düşman gibi başlayan o amansız hastalık, tüm bedeni saran bir kanser... Doktorların önlenemez dediği kaçınılmaz bir akıbet. Bunu hiç bilmeyen Yılmaz, bilip kabul etmeyen Fatoş... Ve şöyle bir diyalog: "Yine neler almışsın ciğerim." / "Çok güçlü olmalısın Yılmaz'ım, Herkül kadar güçlü." / "Ne o, beni yağlı güreşlere mi hazırlıyorsun?"
Arada çok güzel anlar, unutulmaz anılar. Hele o İspanya gezisi... Acılara, felaketlere, dramlara bir küçük ara... Ama yaklaşan ölümle birlikte en acı sözler, en hüzünlü itiraflar... Ve Yılmaz'dan şöylesi bir veda yaklaşımı:
"Çok kötü şeyler olabilir, ciğerim. Beni bağışla... Gideceğim yere mümkün olsa seni de götürmek isterdim. Çocukları şu anda faşizmin kucağına, Türkiye'ye geri döndürme. Medeni bir ülkede yetişsinler, özgürce düşünmeyi öğrensinler. 32 yaşındasın, hayat sürecek, yine seveceksin. Ama evlenmeni istemem, çünkü hiç kimse seni benim sevdiğim kadar sevemeyecektir; bunu bil. Belki sen de kimseyi beni sevdiğin gibi sevmeyeceksin, kim bilir?"
Ve o an gelir çatar. "Her şey sonlandı, oyun bitti, perde karardı. Gitme vakti gelmişti. Yılmaz kocaman beyaz bir yelkenliye bindi. Ve yelkenli hareket etti."
Ve kitabın son notu: "Gidişinin ardından 36 sene geçti. Ülkesinde devrim olmadı. Filmleri hâlâ gösterilemiyor. Ama halkı onu hiç unutmadı, unutmayacak."
İşte böyle... Sanki bir düzine klasik Yunan trajedisinin bir araya gelmesi gibi gözüken hayatlar... Aşk ve nefret, dostluk ve ihanet, yaratış ve yok ediş, dram ve komedi... Gerilim ve sükûnet, cesaret ve korkaklık, mutluluk ve çöküş, kabullenme ve yadsıma...
Ve kalabalık bir oyun. Sahnede baş oyuncuların yanı sıra sayısız oyuncu daha var: Karakter rolleri, figüranlar, iyi ve kötü adamlar, gelip geçenler, yardımseverler ve muhbirler. Ve arada büyük adlar: Türkiye'den kaçışına destek olan oyuncu (ve dönemin Yunan Kültür bakanı) Melina Mercouri ve eşi yönetmen Jules Dassin, Costa - Gavras, Elia Kazan... Dönemin Fransız cumhurbaşkanı François Mitterand ve eşi Danielle... Türkiye'de filmlerini yöneten ünlü isimler, müziklerini yapan Zülfü Livaneli, sayısız ilerici, solcu, "devrimci" aydın.
Ama en önemlisi onu "Çirkin Kıral" yapmış, o dönemden beri bağrına basmış, hiç unutmamış ve unutmayacak olan halkı. Çok acı geçmiş bir hayatın asıl mükafatı işte bu...
Not: Kullandığım resimlerden 7 adedi benim çektiklerim. Hangileri olduğunu kolayca kestirebilirsiniz!..
'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?
Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?
Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir
© Tüm hakları saklıdır.