Bu yıl özellikle çok kaliteli bulduğum yabancı film dalındaki Oscar adayları arasında tek görmediğimiz olan bu filmi küçümsemekle yanılmışım. Bu da diğer dördü kadar ilgiye değer, önemli bir yapım.
Film1937 yılında açılıyor. Ve Führer’in (yani Hitler’in) emriyle düzenlenen bir etkinliğe tanık oluyoruz: bir modern sanatlar tanıtımı kisvesi altında o sanatları küçükseme ve yadsıma etkinliği. Ki hedefler arasında Kandinsky’den Picasso’ya, Mondrian’dan Klee’ye resim sanatında akla gelebilecek tüm ünlüler vardır!..
Bu bize bir ipucu sunuyor. Bu klasik Nazi zulümleri üzerine bir diğer film değil, daha çok –ve gerçek bir kişilikten esinlenerek- Faşizm ve Sanat ilişkileri üerine daha özgün bir yapım olacaktır. Bu alana özel bir ilgi duymayan bir kitleyi biraz uzaklaştırma pahasına...Ama doğrusu, 185 dakikalık uzunluğu filme tüm bu temaları hep birden kucaklama fırsatı da getirmektedir. Hem de en rahat biçimde!..
Böylece o tarihte altı yaşında bir çocuk olan Kurt Barnert’i tanırız. İki yakın ailenin bölünmüşlüğü içinde büyüme serüvenini yaşayan: biri Nazi’lere katılmış, öbürü uzak durmaya çalışan.... Güzel teyzesi Elizabeth ikinci gruptandır ve özgürlükle karışık çılgınlığı içinde psikopat damgası yiyerek gözden kaybolur gider: olasılıkla bir toplama kampına yollanarak...
Zaman yavaş yavaş geçip gider. Savaş yıllarında büyüyen Kurt, Dresden bombardımanlarını yaşar, en korkunç olaylara tanık olur. Savaş sonunda kente ilk giren Rusları tanırlar; bu kez komünist bir rejime geçen Doğu Almanya’da ayakta kalmaya çalışırlar. Kendisini yeni rejimin talep ettiği Sosyal Realizm (bir diğer deyişle Toplumsal Gerçekçilik) öğretisine adamak zorunda kalan Kurt, görkemli duvar resimleriyle sanatsal açlığını doyurmaya çabalar.
Ve onunla birlikte biz de şunu öğreniriz: hiçbir katı rejim sanata gerçek bir özgürlük tanımaz. Ve bu açıdan Faşizm’le Komünizm ayni kör noktada buluşurlar.
Kurt ayni zamanda öğrenci Ellie’yle tanışır. Ve büyük bir aşk yaşarlar. Ama Ellie ünlü profesör Sebastian Koch’un kızı değil midir? Yani Nazi’lere uşaklık edip verdiği raporlarla birçok kişiyi –bu arada o güzel teyzeyi- kamplara yollayıp öldürten sözde bilim insanı? Ve o adam, işsiz-güçsüz gözüken gençten hamile kalan kızını ‘kurtarmak’ için yine zorbalığa başvuracak değil midir?
Demek ki film o klasik ‘Nazi suçları’ filmlerinden biri sayılamaz. Ama bu konuda getirdiği eleştiri yine de yabana atılacak gibi değil. Özellikle Sebastian Koch’un kişiliğinde o dönemin ve o rejimin kimi bilgili, akıllı kişilerinin nasıl yozlaştığı, tüm o erdemlerinin nasıl tarihin en korkunç kıyımına katılmalarını engellemediği, tersine bunları Nazi cinayetlerinde kullandıkları gösteriliyor.
Ayrıca bu kaypak kişiliklerin her döneme nasıl uydukları, ister faşist, ister komünist her rejimde nasıl işlerini yürüttükleri de beliriyor. O rejimler insanlık suçlarında nasıl birleştilerse, gerçek sanata ve sanatçıya karşı tavırlarında da ayni biçimde buluştular.
Film özellikle sanatseverlere, onların içinde de en çok resim tutkunlarına sesleniyor. Bu sanatın sonsuz imkanlarına, engin ufuklarına ve geniş sınırlarına eğiliyor. Fotoğraf, süsleme, dekorasyon, karikatür, portre sanatı vb. türlü-çeşitli dallarla zenginleşen bu sanatın en belalı dönemlerde hem sanatçıya açtığı (veya kapadığı) yollar kadar toplumla ilişkileri de anılıyor.
Sadece iki filmle, Başkalarının Hayatı ve Turist’le üne ve ödüllere uzanan Alman yönetmeni Florian Henckel von Donnersmarck, üçüncü atışta da tam 12’den vuruyor. Ve yeniden Oscar adayı oluyor. Bakalım alacak mı?