14 Eylül 2022

Eşcinsel bir tutkunun yürek sızlatan öyküsü

Filmin sonunda böylesine tutkulu bir ilişkiyi nerede, ne zaman gördüğünüzü sorar olabilirsiniz!..

PETER VON KANT  

X X X

Yönetim ve senaryo: François Ozon
Görüntü: Manuel Dacosse
Müzik: Clement Ducol
Oyuncular: Denis Menochet, İsabelle Adjani, Khalil Ben Gharbia, Hanna Schygulla, Stefan Crepon, Aminthe Audiard

Fransız filmi, 2022.

Son ayların en iyi haftası... Art arda güzel filmler gösterildi. Böylece bendeniz festival kuşu olmayıp burada kaldığımdan (yani aslında tembelliğimden!) hepsini görüp yazabildim. Bu dört film bugünden cumartesiye dek sizlere sunulacak.

Sinemada eşcinsel yönetmenler az, ama etkileyicidir. Elbette açıkladıkları için bilinenleri düşünürsek... ABD'den George Cukor, Andy Warhol, Gus Van Sant; Almanya'dan Rainer Werner Fassbinder; Fransa'dan François Ozon, Xavier Dolan; İspanya'dan Pedro Almodovar; İtalya'dan Pier Paolo Pasolini; Türkiye'den (ya da yine İtalya'dan mı demeli?) Ferzan Özpetek sayılabilir.

Ülkemize (İstanbul Film Festivali'ne) de gelmiş değerli Fransız yönetmeni François Ozon, bu 21. filminde karşımıza belki andıklarımın hepsinin en verimli, en kalıcı ismi olan Fassbinder'den bir uyarlamayla geliyor. Fassbinder'in 1972 yapımı filmi The Bitter Tears of Petra Von Kant'ın değişik bir yorumuyla... Şöyle ki, o film bir lezbiyen aşk hikayesiydi. Bu filmse bir erkek eşcinselliğini anlatıyor. Böylece Petra da burada Peter olmuş!..

Film iri-yarı, hayli tombiş, ama aynı ölçüde sempatik film yapımcı-yazar-yönetmeni Peter von Kant'ın öyküsünü anlatıyor. Vaktiyle evlenmiş, ama eşini kaybetmiş, kızından da uzak yaşayan Peter yeni bir film yapmak için çırpınırken, karşısına hayli esmer, İslam inancına sahip bir genç adam çıkıyor: 20'lerindeki Amir Ben Salem... Peter bu kıvır kıvır saçlı, hayatta yolunu çizememiş, ama belki sinemayı da denemeye düşünebilecek çocuğa öylesine tutuluyor ki... Filmin sonunda böylesine tutkulu bir ilişkiyi nerede, ne zaman gördüğünüzü sorar olabilirsiniz!..

Bu arada fonda değişik dillerden şarkılar çalınıyor. Bunlardan biri de "Herkes öldürür sevdiğini” sloganını yineleyip duruyor. Arada Sidonie'yi tanıyoruz: vaktiyle Peter'in üne kavuşturduğu, soğuk ve içe dönük bir kadın. O da yakışıklı Amir'le işi pişirmiş değil midir? Ve zaten Amir'in sözümona ayrıldığı ve uzakta kalmış bir eşi de yok mudur?

Ama Peter'in ihtirası öylesine büyüktür ki... Ne yapıp eder, Amir'i evine, yakınına ve hayatına alır. Ve ona oyunculuk üzerine ders aldırmayı da başarır.

Ve sonra dokuz ay sonrası... Hayır, bir çocuk gelmez!.. Ama o kurulu düzen parçalanmıştır Amir normal hayatına dönmek üzeredir. Araya Peter'in annesi ve kızı da girerler. Ama bu aile ve onun yakınlığı bile Peter'in oğlana aşkını unutturacak gibi değildir. Ve melodram tüm ağırlığıyla yaklaşmaya başlar.

François Ozon böylece Gouttes d'Eau sur Pierres Brulantes - Kızgın Taşlar Üzerindeki Su Damlaları'ndan sonra yeni bir Fassbinder uyarlaması yapmış oluyor. Ve Fassbinder'in özgün filmine yarım yüzyıl sonra yepyeni bir yaklaşım getiriyor. Cinsiyetleri değiştirmenin yanı sıra ana kahramanı sinemacı yapmak, Fassbinder'e şapka çıkarırken olasılıkla kendisinin de bir portresini çizmek filmin diğer özellikleri.

Oyunculuklara gelince... Peter'i oynayan Denis Menochet çok tanınmış bir oyuncu değil. Film için seçimi kimi kaynaklara göre bizzat Fassbinder'e benzemesi nedeniyle... Ama sanatçı öylesine sıcak ve duyarlı bir kompozisyon çiziyor ki, hayran olmamak imkansız...

Öte yandan, Amir Ben Salem'de Khalil Ben Gharbia da çok iyi. Ama, kadınlara geçmeden, Peter Von Kant'ın evindeki hizmetkârı, aslında sekreterden danışmana, uşaktan senaryo yazarına, asistandan aşçıya her türlü hizmeti veren, bunları yaparken de filmin sonuna dek hiç ağzını açmayan Karl rolündeki Stefan Crepon'a da bir şapka çıkarayım.

Kadınlara gelince... Filmin başından itibaren Peter'in salonunda dev bir portresi asılı duran Sidonie'de Isabelle Adjani gerçekten şaşırtıcı bir uyuşturucu düşkünü soğuk kadın portresi çiziyor. Fizik olarak hâlâ çok güzel, çok çekici. 67 yaşında -1955 doğumlu olduğuna göre... Sanki 80'lerden beri hiç yaş almamış. Peki, niye Fransız sineması onu böylesine ihmal etmiş ki!..

Alman kökenli oyuncu Hanna Schygulla ise başka bir alem. Öncelikle onun özgün Fassbinder filmindeki lezbiyen aşkın iki kahramanından biri olduğunu hatırlatayım. Bir yıl önce Ozon'la Tout S'Est Bien Passe- Herşey Çok İyi Oldu filminde oynayan oyuncu, burada filmin ikinci yarısında ve Peter'in annesi olarak karşımıza geliyor. Ve aşktan çıldırmış oğlunun bitmeyen hakaretlerine göğüs geriyor. O Adjani'nin tersine hayli yaşlanmış. Ama ondan çok daha yaşlı: 1943 doğumlu; 80 yaşının eşiğinde. Ancak oyunculuğu harika ve rolüyle gerçekten de yüreklerimizi titretiyor.

Son Cannes şenliğinde büyük alkış alan film belki herkese göre olmayabilir. Ama bir Fransız eleştirmenin dediği gibi, bu bir 'petit bijou'. Yani küçük bir mücevher. Meraklıları kaçırmasın... Ayrıca bu filmi yazarken Fassbinder denen büyük yönetmeni kendi açımdan ne denli ilmal ettiğimi fark ettim. Milliyet-Sanat'taki klasik film yazılarımda bunu telafi etmeye çalışacağım.



Yarın: ÜÇBİN YILLIK BEKLEYİŞ

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Sonbaharda Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adıyla yeni kitabı okurla buluşacak. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

Yazarın Diğer Yazıları

Gerçek oyuncularla animasyonu harman eden özel bir film

Bu tam anlamıyla bir masal-filmdir...

Ülkemizdeki dinle laiklik arasındaki bitmeyen savaş üzerine

Ben bu filmi hayli sevdim doğrusu... Sonundaki trajik finale karşın... Benim için en ilgi çekici ilişki Ahmet'le Hakan arasında olandı

Türk sporu üzerine belgesel tadında bir deneme

Jeneriğinde yazılı tüm adların -elbette oyuncuları kastediyorum- gerçek sporcular olduğu nadir ve kıymetli bir film... O sporcuların anneleri-babaları ve tüm aile fertleri de öylesine doğal ki, sanki onlar da oyuncu filan değil...