Cannes’da hemen her yıl skandal yaratan bir film çıkar. Bunun örneğin benim başladığım 70’lerde, Marco Ferreri’nin Ölesiye Tıkınmak veya Alan Parker’in Geceyarısı Ekspresi filmleri olduğunu hatırlarım.
Bu yıl da bu onur Danimarkalı genç yönetmen Nicolas Winding Refn’e nasip oldu. Ve geçen yıllarda Drive, Only God Forgives gibi filmleri tür sinemasını yeniden yorumlayan ve büyük ilgi gören yönetmen, yarışmadaki filmi The Neon Demon- Neon Şeytan’la ortalığı altüst etti. Önceki gece ilk gösterimi ıslıklarla karşılanan filmin basın toplantısı da aynı hava içinde geçti.
Film ün aramak için Hollywood’a gelen 16 yaşındaki bir kızın öyküsünü anlatıyor. Genç ve güzel Jessy burada internetten tanıştığı bir genç adamla çıkıyor, ünlü bir yapımcıyla, sonra büyük şöhret yapmış bir fotoğrafçıyla tanışıyor.
Kaldığı motelde garip şeyler oluyor ve öfkesi burnunda otel patronu ya da müdürü tarafından ciddi biçimde tehdit ediliyor. Bu arada mankenlikte birden yükselişi bir avuç rakibesinin nefretini topluyor. Ve Jenny kadın intikamı denen şeyin ne olduğunu anlıyor.
Birkaç türü birbirine karıştıran bu son derece özel, hatta garip film birçok farklı şeyi aynı anda sunmayı deniyor. Bir gerilim, bir korku, hatta bir vampir filmi... Öte yandan, bir Los Angeles parodisi, bir estetik erotizm denemesi...
Ama bunların hiçbirinde pek bir yerlere varamıyor. Filmlerinden çok daha fazla reklam filminde imzası olan Refn, sonuç olarak karşımıza dev bir klip, upuzun bir moda defilesi, bir instalasyon çabası ve de bir fantastik film karışımı olan garip bir seyirlik getiriyor. Bunca aykırı bileşkeye karşın, film sıkıcı olmaktan da kurtulamıyor.
Ama skandal yanı daha çok erotizminden kaynaklanıyor. Ana kişileri hep kadınlar olan ve erkekleri sadece birer aksesuar gibi kullanan filmin erotizmi de hemen sadece kadınlar arası ilişkilerde ortaya çıkıyor. Ve lezbiyen sevişmeler oldukça aşırı kullanılışlarıyla filme damgasını vuruyor.
Bu iddialı, ama iddialarının büyük bölümünü gerçekleştiremeyen film, Cannes’da uzun yıllardır gösterilen belki en cüretkar erotik film örneği. Buna karşın ve görsellikten müziğe tüm cilasının ardında, bu denli tekdüze ve sıkıcı olmayı başarması şaşırtıcı. Ve belki asıl skandal orada yatıyor!...
Genç oyuncu Elle Fanning tüm filmi sürüklüyor denebilir. Ve bu filmi izlemenin belki tek gerekçesi de o sayılabilir.
Altın palmiye kime gidecek?
Yarın akşam verilecek olan ödüllerde Altın Palmiye kime gidecek? Şu satırları yazdığımda katılan filmlerden sadece ikisini henüz görmedim: İranlı Aşgar Farhadi’nin Satıcı. Ve Hollandalı Paul Verhoeven’in Elle- O Kadın.
Bunların dışında hem kişisel zevkime, hem etrafa kulak verip bir de eleştirmenlerin yıldız tablolarına bakınca, öne çıkan film Alman yapımı, Maren Ade imzalı Toni Erdmann oluyor. Ardından gelen filmler Kleber Mendonca Filho imzalı Brezilya filmi Aquarius ve Cristi Piu imzalı Romen filmi Sieranevada.
Sonrasında ABD’den Jim Jarmusch’un Paterson ve Jeff Nichols’un Loving filmleri var. Yine ABD’den Andrea Arnold imzalı American Honey de listeye sızabilir.
Ama son gün gösterilen Sean Penn filmi The Last Face- Son Yüz kimseyi ikna etmedi. Afrika’da geçen çarpıcı konusuna ve Charlize Theron, Javier Bardem ve Jean Reno’dan oluşan kadrosuna rağmen...
Kötü bir yıl geçiren Fransız sinemasından pek umut yok. Bruo Dumont’un Ma Loute ve Olivier Assayas’ın Personal Shopper filmleri en çok tartışılan ve seyirciyi ikiye bölen filmler oldu. Nicole Garcia’nın Mal de Pierres- Ay Ülkesinden filmi belli bir yan ödül alabilir. Kendi adıma bu sinemaya bu yıl pek şans vermiyorum.
Aynı şey Kore’den iddialı Park Chan-Wook filmi Mademoiselle- The Handmaiden için de söylenebilir. Hayranları var gerçi, ama kusurları da çok belirgin olan bir film.
İngiliz ustası Ken Loach’un Ben, Daniel Black, İspanyol Pedro Almodovar’ın Julieta, Belçikalı Dardenne Kardeşler’in Bilinmeyen Kız filmleri makul ölçüde ilgi gördü. Ama ödül almaları kolay değil. Çünkü yönetmenlerinin bilinen parlak kariyerlerine çok da büyük yenilik getirmiyorlar.
Filipinlerden Brillante Mendoza’nın Ma’ Rosa ve yine Romanya’dan Cristian Mungiu’nun Bakalorya (Mezuniyet) filmlerinin de bir miktar şansı var. Özellikle Bakalorya eleştirmenlerce çok iyi karşılandı. Ama yıllar önce 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün filmiyle uzandığı Altın Palmiye’yi bir daha alır mı, bilinmez.
Sonucu ancak pazar akşamı yapılacak törende öğrenecek ve yorumlamaya çalışacağız.