22 Mart 2015

Çanakkale filmleri mi dediniz?

Yakın geçmişine böylesine ilgisiz kalan bir ulusun, dış ülkelerden yakınması kaçınılmaz olmuyor mu?

Çanakkale olayı gündemde. Nasıl olmasın ki, çok şeyin (her şeyin?) başlangıcı olan o muhteşem zaferin tam 100. yılı kutlanıyor. Böylece bizim gibi tarihle ve kendi tarihiyle çok ilişkisi olmayan bir toplumda bile, o olayı anmak farz oluyor.

Ve bu anma da parlak biçimde gerçekleştirildi denebilir. Yayınlanan kitapların; gazetelerde geniş incelemelerin, hatta özel eklerin; panel, tartışma, anma veya sergilerin haddi hesabı yok. Güzel bir olay, o kadar da eski olmayan bir geçmişle görkemli bir buluşma, her açıdan örnek bir randevu.

Ama ya sinema? Bu açıdan ne yapabildik? Uzun yıllar öncesinde Turgut Demirağ’ın yönettiği (ve oyuncu kadrosundan bir tek Ajda Pekkan’ı hatırladığım!) Çanakkale Aslanları filminden beri neler yaptık?

Ama haksızlık etmeyelim. Yakın zamanda bu konuda bir avuç ilginç film yapıldı. En son çekilen Son Mektup filmini ise görmedim. Zaten biz sinema yazarlarına basın gösterisi yapılmadı, burnuma gelen kokularsa pekiyi değildi. Nitekim film fos çıktı: hafta sonunda Ali Koca (Zaman) veya Uğur Vardan (Hürriyet) gibi meslekdaşlarımızın yazdıkları gibi...

Ne tuhaftır ki, bu alanda en iyi filmler hep Avustralya’dan geldi. Yıllar önce Peter Weir’in Mel Gibson’u üne kavuşturan Gallipoli- Gelibolu filmi, alçakgönüllü halinin ardında bir savaş filmi başyapıtıydı.

Ama en iyisini Russell Crowe yaptı. Son Umut filmini bu köşede ne kadar övmüştüm, hatırlarsınız. Film, Türkiye aşığı Crowe’un bize görkemli bir armağanı oldu; tam da 100. yıla denk düşen... (Bu arada bu Avustralyalıların Türkiye sevdasına şaşmaz mısınız? Talihsiz Hugh Jackman da öyle gözükmedi mi?).

Son Umut’un önemi, elbette bu olaya son derece yansız biçimde, hatta neredeyse bizim cephemizden bakabilme özelliğiydi. Hangi tarihsel yabancı filmde bunu görebildik? Üstelik hikayesi, sinema dili ve oyunculuğuyla da her açıdan süper bir filmdi.

Ama ne oldu? Film seyircinin fazla ilgisini çekemedi. Satılan bilet sayısı 1 milyon 275  binde donup kaldı. En uçarı filmler, içi boş komedier 4-5 milyonu bulup aşarken, biz Türkler tarih sahnesindeki en parlak başarılarımızdan biri üzerine yapılmış mükemmele yakın bir filme ancak bu kadar seyirci toplayabildik.

Ondan sonra da herşeyden yakınırız, Batı’ya kızarız, kendimize acırız. Oysa bu ilgi eksikliği daha önemli değil mi? Yakın geçmişine böylesine ilgisiz kalan bir ulusun, dış ülkelerden yakınıp ‘değerli yalnızlığı’na sığınması da kaçınılmaz olmuyor mu? 

 

Cinderella’nın zaferi

  

Kimi zaman bir yazar kendisini ne denli yalnız hissedebiliyor!.. Ben kendi adıma zaten çok ilgi bekleyen bir gazeteci-yazar olmadım. Öylesine özel, kırılgan, ancak bir azınlığa seslenen konularda yazıyorum ki... Sinema (sanat cephesinden görülmüş sinema), şehircilik, doğayı, tarihi ve İstanbul’u koruma kaygıları. Bunlar sonuç olarak herkesi ilgilendirecek, büyük kitleye kolayca ulaşacak alanlar değil ki...

Ama ben, her yazısını gerçekten hissederek, onu yazma gereğini etinde-kemiğinde duyumsayarak, o yazıyı ve içerdiği fikirleri mutlaka söylenmesi, yazılması gereken şeyler olarak gören bir yazar oldum. En sıradan gözüken bir film eleştirimden klasik gözüken bir İstanbul veya Beyoğlu yazısına hemen her şeyi, mutlaka içimden dışarı atmam ve topluma sunmam gereken bir öneri olarak hissettim. Kocaman sayfalarını sadece birer keyif pazarlayıcısı gibi dolduran, kişisel beğenilerini hayatın kesin gerçekleri gibi sunan popüler ve popülist yazarlardan olmadım.

Aslında belki bir özyaşam kitabında yer alması gereken bu görüşlerimi bu köşede yazmam belki uygun olmadı. Ama beni bağışlayın, şu noktada bunları söylemem gerekti sanırım. Engel olamadım.

Aslında asıl yazacağım şu: Geçen haftalarda burada Cinderella filminin eleştirisinde bu filmin adıyla ilgili şeyler yazdım. Bu adın Türkçe’de olsa olsa Sinderella diye yazılması, ama asla ve asla son filmin bizdeki adı olarak konan Sindirella diye yazılmaması gereğinin altını çizdim. Yüz yıldır bilinen bir adı “Türkçesi böyle” diye değiştirmeye ne hakkımız vardı? Bu aslında bilinen, yaygın olan, sevilen her şeyi nevzuhur bir ‘ben yaptım, oldu’ zihniyetiyle değiştirmeye kalkan bir zihniyetin dışavurumu değil miydi? Gezi Parkı’ndan Emek sinemasına, çürümeye bırakılan AKM’den Kanal-İstanbul’a, Çamlıca tepesine camiden Validebağ korusuna camiye?

Ama bu yazı hiç yankı yapmadı. Ve o haftasonu tüm gazeteler filmden Sindirella diye söz ettiler. Ancak birkaç gün sonra durum değişti. En azından Milliyet’de Nil Kural, Hürriyet’de Ömür Gedik, Hürriyet’de Melike Karakartal filmden söz ederken Cinderella dediler.

Belki beni okumuşlardı, belki de kendi inisiyatifleriyle, bilemem..Ama onlara teşekkür ediyorum.Bu minik, ama bence simgesel olarak anlamlı mücadelede bana destek oldukları için....Ve de, yaşasın Cinderella!....

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

Bir sinema tutkulusunun ölümü ve düşündürdükleri

Ölüm ilanlarının dışında ne yazılı basında ne de TV’lerin kültür saatlerinde hiç anılmadı. Oysa kapsayıcı bir bakışla, bugün Yeşilçam öncesi, kendisi ve sonrasındaki onca filmin önemli bir bölümü, bugün Sami Şekeroğlu sayesinde bizim olmuştu

"
"